21 Mart 2008 Cuma
ÖLÜM SANA HAZIRIM
Fırlayacaksınız bir gece ansızın ter içinde
Düşecek aklınıza, kemirecek kurtlar
Hani sıcaktır her daim düşleriniz
Bu seferki soğuk
Ezileceksiniz bir köşede; çaresiz ve zavallı
İzin vereceksiniz beni sizden alıp götürmelerine
Dikseniz de düğmeyi yerine, zamanla eskir ipleri
Hayat üzerimizde bir döpiyes
İki yakamızı birleştirse de
Gelince vakti emredemezsiniz yıllara
Tükenir nefesiniz
Tükenir nasıl olsa
Yaşam da benzer bu sahneye
Önce alırsınız kucağınıza
Gömersiniz film son yazdığında toprağa
Tanrı katında aralıktır cennetin kapıları
Sırlar perdesidir bilinmeyene doğru
Sonunda kaybedilecek olan beden
Ruhunuz ödülünü toplamaya dair
Davetsiz misafirdir O, çalmadan girer içeri
Verilecek olan son bir nefes
Ölüm bu! gelme desen dinlemez ki!...
Pamuk ipliği kopuverir sonunda
Söyleyin!
Omuzlarda götürülen döner mi geri bir daha?...
z/s_
3 Mart 2008 Pazartesi
ŞEKER DEDE ve KÜÇÜK MARTICIK
Onu ilk Üsküdar iskelesinde martılara simit atarken görmüştüm. Demir parmaklıkların arasından onlara seslenerek simit parçacıklarını fırlatıyor ve kapışmalarını seyrediyordu. Güleç yüzünden sanki nur akıyordu.
Yaşlı adam emekli olduğundan beri her sabah aynı saatlerde evinden çıkıp, köşedeki gazete bayiinden gazetesini alıp, iskelenin önündeki simitçiden iki simit alarak parmaklıkların önündeki banka gelir ve iskelenin hemen önündeki büfenin çırağına eliyle işaret eder “ben geldim” dercesine çay isterdi.
Annesinin güneşin altında doğurduğu belli olan, kaşları neredeyse birleşmiş on altı yaşlarındaki kara yağız delikanlı memleketten orta okul bitince evli ablasının yanına İstanbul’a yollanmış ve köydeki anasına para yollamak için çalışmaya başlamıştı. Kalbi henüz kirlenmemiş, bakışları hâlâ çakmak çakmaktı. Yaşlı adam ile arada sohbet ederlerdi. Adam ona bildiği en derin mevzulardan bahsederek ufkunu açmaya çalışırdı. Bazen gazeteyi uzatır “gözlüğümü evde unutmuşum hele oku bakalım şurasını “ derdi. Bir eliyle de ceketinin iç cebini yoklar, gözlüğünün orada durduğunu hissedince eliyle sıvazlar ve oğlanın görmesini istemediğinden bir de ceketin dışından dokunurdu iç cebinin üzerine. Çocuk bu sayede okumayı unutmuyor ve en azından ülkemizde neler oluyor öğreniyordu. Yaşlı adam öyle facia, ölüm haberlerini okutmazdı, daha çok günlük haberler, sağlık, eğitim ve köşe yazılarını okumasını isterdi.
Ve sabahların gönlü şen şeker dedesi her sabah fazladan aldığı simidi eliyle küçük parçalara ayırır ve “gel” diye bağırarak denize doğru fırlatırdı. Martıların bildiği tek kelime bu olsa gerek, bende yıllar önce bu şekilde duymuştum. Balıkçılar tuttukları balıkları ağdan toplarken küçük olanları eleyip havaya atarlarmış ve “gel” diye de bağırırlarmış. Bu sesi duyan martılar sanki hipnotize olmuş gibi kanat çırpar ne atıldığını nereye düştüğünü bilmeden bodoslama dalgalara dalarlardı. Adam öyle sevinirdi ki suyun üzerine düşen simit parçalarını bir martının ağzında gördüğünde.
Martıların arasında özellikle tüylerinden ve parlak gözlerinden tanıdığı küçük bir martıcık vardı. Sanki yaşlı adamın ellerinde büyümüş gibiydi. Hiç dokunmadan hiç öpmeden uzaktan bir sevdaydı sanki. Banka oturduğu anda hemen iskelenin köşesindeki direğe konuverirdi küçük martıcık. Geleceği saatleri bilirdi. Her ikisi de o saatlerde Üsküdar iskelesinde olmaya öyle alışmışlardı ki. Martı adamın üstünde döner sanki dans edercesine kanat çırpar, hareketleriyle ve attığı çığlıklarla sevgisini anlatırdı. Adamın haberi olmamasına rağmen martıcık onca zaman hiç kimsenin verdiği yiyecek için uçmamıştı, arkadaşlarıyla yarış da yapmamıştı ve yememişti.
Her sabah yolunu gözlerdi yaşlı adamın, yolunu gözleyen sadece martılar değildi. Cumba kapısından itibaren yürüdüğü sokaklardaki tüm pencere çiçekleri, tüm salkım söğütler, mahallenin çocukları şeker dedenin yolunu beklerlerdi. Eğer bir sabah geçmese çiçekler ve ağaçların dalları aşağı sarkar, çocukların neşesi kaçardı. Çocuklara şekerler dağıtır, başlarını okşardı. Çiçeklerle konuşarak yoluna devam ederdi.
Her sabah erkenden kalkar sanki bir dostuyla buluşacakmış gibi en temiz kıyafetlerini giyer, sinek kaydı tıraşını olur, “ unutmabeni” kolonyasını sürerdi. Evden çıktığında sardunya, menekşe ve akşam sefalarıyla günaydınlaşır, onlara güzel birkaç kelâm etmeden geçmezdi. Söğüt ağaçları, akasyalar ve köşedeki ceviz ağacı sanki kol kola girer şarkı söylerlerdi keyiflerinden yaşlı adam oradan geçerken. Varlığıyla yokluğu bir olan mahallenin gazi köpeği ise hayalet gibi nereye gitse peşinden giderdi. Yaşlı adam her nerede oturursa iki metre uzağında dizlerinin üzerine çöker ve bir saniye olsun gözlerini onun üzerinden ayırmazdı. Sanki üzerine titrerdi. Kimsesiz değildi yaşlı adam, baksanıza çiçekleri, ağaçları, çocukları, köpeği, martısı vardı. Ve çoğunu dillendirmediği nice anıları…
Bir sabah ne o eski taş binanın kapısından dışarı çıkan oldu ne de pencereler açıldı. Ondan sonraki günde. Şeker dede de ortalarda görünmedi. Çiçekler solmaya, ağaçlar dallarını aşağı doğru sarkıtmaya başladı. İskelede her sabah onu göremeyen komşuları birbirlerine sormaya başladılar. En çok da martısı yolunu gözlemekteydi. Günlerdir hiçbir şey yemeden sadece havada dönüp duruyordu. Artık sesi çıkmıyor, uçarken dans eden hareketlerini de yapmıyordu. Sadece o banka bakıyor ve o bankın etrafında dönüp duruyordu. Yorulduğu zaman üzerinde kuş yuvasının bulunduğu iskeledeki taş betonun bitip de denizin başladığı köşedeki direğin üzerine tünüyor ve enerji toplamaya çalışıyordu.
Evimizin köpeği de yıllar önce babamın hastalanmasını takiben hastalanmış ve 4 ay bitiminde babamdan birkaç gün sonra ölmüştü. Bütün hayvanların hislerinin çok güçlü olduğu bilindik bir şeydir.
Denize simit atan her kişide şeker dedesini arar olmuştu martıcık. Artık günler geçmişti ve tâkati kesildiği o gün yine direğin üstüne konmuştu. Diğer martılara belli etmeden iniltiler çıkarıyor gözyaşı döküyordu. Birkaç saat daha geçti, artık martıcık açlıktan bitap vaziyette iskelenin hemen bitimindeki demir tellerin ardına düşmüştü. Kafasını kaldırmaya çalıştı şeker dedesinin sürekli oturduğu banka doğru baktı. Evet evet bankta birileri vardı, dikkatini toplamaya çalıştı, çaycının çırağına bir şeyler söylüyorlardı. Duydukları onu yerle bir etmişti. Adamlardan biri “ hani şeker dedeniz var ya her sabah buraya gelen, işte onu komşuları ölü bulmuşlar. Adamcağız kalp krizi geçirmiş ve oturduğu koltuktan kalkamamış.” diyordu.
Martıcık son bir hamle ile iyice tellere yaklaşıp konuşmanın devamını dinlemek istedi lakin vücudu kalkmıyordu.
İskeleye yanaşan vapurdan inenler arasından on beş yaşlarındaki haylaz olduğu gözlerinden belli olan fıldır fıldır bir oğlan çocuğu martıyı gördü, o yöne doğru ilerledi. Etrafına bakındı atacak bir şey aradı, sonra yol boyundaki çiçekliklere doğru ilerleyip yerdeki boş bir gazoz şişesini eline aldı. Geri döndü ve martının bulunduğu tarafa doğru fırlattı. Demirlere çarparak kırılan şişenin dip kısmı yerden sekti ve martının tam üzerine hızla çarptı.
Ne canı vardı ki zaten, zavallı çarpmanın etkisiyle yuvarlandı ve denize düşüverdi. İstese kanat çırpar suyun üstüne çıkar uçardı. Ne var ki şeker dedesinin acı haberi ile zaten sarsılmıştı. Artık yaşamasının gerekli olmadığına karar verdi ve kendisini sessizce sulara bıraktı.
Z/S
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)