13 Kasım 2010 Cumartesi

BULUTLARIM








Her ruh halime bir bulut topluluğu şeçtim, ya siz hangi bulutumu hangi ruh halinize seçerdiniz?


Z/S

8 Kasım 2010 Pazartesi

Her günümüz bir macera


Yine bir macera daha sonlandı ailemizde.

Geçtiğimiz günlerde annemin evinde banyodaki küvette bir arıza oldu, ortasından çatladı ve değişmesi gerekti. Gel gelelim kim değiştirecekti. Onca ısrarlarıma rağmen annem bizim küveti balyozla kırıp, altına da fayans döşememize onay vermedi, ona göre biz yorulmamalıydık, başka yerlerden kısıp bu iş için usta tutulmalıydı. Uzun uğraşlar sonucunda eve gelen ustalar arasından birine karar verdik, karar verdik vermesine de sanırım usta bize karar verememiş. Adamcağızın sürekli bir işi çıktı ve gelmesi gereken günden 4 gün sonrasına kadar gelemedi, malum işleri ve bahaneleri çoktu. Arabasının arızasıda çabası. Birde işsizlik var deriz ama iş var usta yetişemiyor.

Başka bir usta bulmak için hemen kolları sıvadık, ilki bize 5 gün kaybettirdikten sonra daha fazla vakit kaybedemezdik malum banyo kullanılamaz durumda idi. En son birde içine çökmüştü. Ustanın yenisini bulduk , bulduk ama hay bulmaz olaydık, bir ukala bir kendini beğenmiş ki sanırsınız çok ünlü heykeltraş. Ne söyleseniz bir cevap, ne sorsanız bir suratsız, gözlerde lanetteyin bir bakış. Elimden alamayacaklar adamı biraz daha bu tavrına devam ederse, farkında değil.

Ertesi sabah geldi başlayacak işe, demez mi "çuval lazım molozları taşımak için gidin alın gelin". Nasıl yani çuvalıda mı biz alacaktık. Ya sabır çekiyorum ama sanırım sesli çekmişim ki aramızda elektirik negatifleşti. Çuval krizi çözümlendi bu seferde "bunları kim taşıyacak" demez mi, neymiş araba lazım mış, nakliye şu kadarmış vs vs. koptuğumu hatırlıyorum gerisi silik hafızamda.

Annemiz rahatsız olduğundan kardeşlerden hangimiz o an müsaitsek yardıma koşuyoruz her evlat gibi. Ama bu gelişmeler sonunda hepimiz çok gerildik, sıçradım sıçrayacağım adama, zaten kendi işlerim başımdan aşkın. 2 metrekarelik yer için fayans ve malzemeleri aldık, mağaza sahibi "ben yollarım malzemeleri depodan getirteyim" dedi ve bizi evimize güzelce yolcu etti.

Ama aradan saatler geçmesine rağmen fayanslar ve malzemeler gelmedi, usta da kaçtı "yarın sabah gelirim" diye. Ve bir telefon; malzemelerin geleceği araç trafikten çekilmiş içinde bizim fayanslar, ve otoparka o geceleyecek bizim güzel pembecik fayanslarımız. Nasıl bir şansdır bilmem ama o gecede devam etti evde inşaat dağınıklığı..

Ertesi sabah gelmiş bizim usta müsvettesi ve 30 dk da sözde fayansları döşemiş ve gitmiş. İlk gün 45 dk ikinci gün 30 dk ve oh ne güzel kazanç, ama gelin görün ki yaptığı iş berbat. Geldiğimde zaten şok yaşadım, ben çok daha güzel yapardım diye. Duvardaki fayansların derzleri eskimiş ve yapması için rica etmiş annem ama adam ona da bir cevap verip duvarları yapmadan almış parasını kaçmış.

Ve baktık ki su için gider yeri yapmamış, onada sorunca yok şöyle olmaz böyle olur derken bunaltmış kadını ve annemde içinden " hadi yap ve çık git ne yapacaksan " demiş. Ee şimdi ne olacak, ne mi olacak biz yapacağız bundan sonrasını, kolları sıvadık giriştik duvarların derz dolgularını yapmaya, neyse o ya da bu şekilde çok daha güzel bir iş çıktı ve hiç olmazsa huzur içindeydik. Duvarları biz yaptık, çuvalları biz attık, mermeri biz kestirdik ve yere yerleştirdik ama parayı usta ? aldı...Ne güzel değil mi...

Usta demek sözlük anlamı ile "Bir zanaatı gereği gibi öğrenmiş olan ve kendi başına yapabilen kimse." demektir. Ama şimdilerde herkes ustayım diye salınıyor, (lütfen gerçek ustalar üzerine alınmasın).

Şimdi siz ne dersiniz bu yaşananlara...Ülkemizde niye herkes kendini kedi olmadan fare yakalayıcı sanır ki...

Z/S

24 Ekim 2010 Pazar

Tarihimizi yaşatmak



Hepinize şu sıcak yaz günlerinde yeniden merhabalar…

Hayırlı Ramazanlar...
Umarım güzel bir zaman dilimi geçirdiniz bir ay zarfında. Geçen sayımızda size yazdığım “gözlerinizi kapayın on’ a kadar sayın derin nefes alın” önerimi uyguladınız mı, uyguladıysanız ve kendinizi biraz olsun yaşadığımız bu hızlı tempoda rahatlamış hissetiyseniz ne mutlu bana…
Bu köşemizde sizlerle hayatımızdan bazı zaman dilimlerini paylaşmak istedim ve ilk yazım olması dolayısıyla da bazı hatalarım aksaklıklarım oldu Temmuz sayımızda , bu yazımızdan itibaren sizlerin çok daha keyif alacağı şekilde bir sayfa olması için çaba göstereceğim.
Bu sayımızda paylaşmak istediğim bazı konular hazırlamıştım sizlere fakat geçen ay ülkemizin en güzel yörelerinden birine hafta sonu ziyaretim oldu ve birden yazımızın konusu değişiverdi. Bu sayıda sizinle oraları, yani batımın kuzeyini, aynı zamanda tarihimizi paylaşmak istedim ve aslına bakarsanız yazmadan duramadım. Neredeyse soluk soluğa dinlediğim, nefesimin kesildiğini hissettiğim tarih dolu, acı dolu, başarı dolu; adı cesur, ölmeyi kendilerine görev edinmiş insanlarımız sayesinde tarihimize yazılmış olan bir şehir. Bir yandan göğsümüzü kabartırken bir yandan yüreklerimizi acıtan bir devrin yazıldığı topraklar...
Fatih Sultan Mehmet henüz İstanbul’u feth etmeden önce boğazları savunmayı hedeflemiş ve bu amaçla yaptırmış olduğu kalelerden birisinden ismini almış olan, buram buram tarih kokan bir şehir. Üç kez adı değişmiş bu kalenin , işte anlatacağım yer Kale-i Sultaniye, Çimenlik ve en son Çanakçılar adını alan kalenin içinde bulduğu şehir Çanakkale…
Çanakkale’nin ismi Anadolu yakasındaki Çimenlik kalesinden geliyor. Bu bölgede zaman içerisinde çanak çömlek işi çok ilerlemiş ve çanakçılar olarak kalenin ismi değişmiş, bölgenin de ismine de 17. yüzyılda Çanakkale denmeye başlanmış. Şimdi gelelim ön bir bilgiden sonra gezimize.
Hava epey sıcak ve aslında dışarı bile çıkmak istemiyorum ama bir gün önceden Gelibolu yarım adasına tarihi bir gezi yapmaya karar verdiğimizden ( iyi ki gitmişim ) sabah sekizde vapur iskelesinde güne hazır ve nazır buluyorum. Daha önce iş dolayısı ile birkaç kez gittiğim bu şehirde vakit bulup hiç karşıya geçip de tarih dolu, o topraklar üstünde yaşananları paylaşmamıştım. Sadece okuldaki kitaplarda okutulanlardan öğrendiklerimizle yaşıyormuşuz oysa ki nasılda eksikmişiz, görmeden gezmeden, iyi bir rehberden dinlemeden kimse ama kimse birinci dünya şavaşında ülkemiz ve cesur halkımızın yaşadıklarını bilemezmiş. Çok geç kalmışım gitmek ve o anları yaşamak için çok geç, lütfen siz bari geç kalmayın mutlaka gidin, görün, yaşayın, hissedin...
Neyse çıkıyoruz yola, önce vapurla Eceabat' a geçiyoruz, içimizde büyük bir çoşku... Masmavi deniz, boğaz muhteşem, sessiz, dingin sulardan süzülüyor vapur bir kuğu gibi. Nereye bakacağını şaşırıyor insan, biran tam önümüzden boğazlara paralel geçen, beş tane yelkeni olan bembeyaz kocaman bir tekne geçiyor, ağzı açık izliyor çoğu yolcu bizim gibi. Muhteşem endamı ile hayran bırakıyor çoğumuzu. Derken geliveriyoruz hemen karşıya yani Eceabat'a. Sonra tur otobüsümüze biniyoruz ve kendinin rehberimiz olduğunu söyleyen yirmibeş yaşlarında olduğunu sonradan öğrendiğimiz cici bir bayan bize eşlik ediyor ve yola koyuluyoruz..
Önce yarımadanın kuzeyinden başlıyoruz, otobüs hareket halinde iken rehberimiz sürekli geçtiğimiz ve gideceğimiz yerlerle alakalı bize bilgi aktarıyor, öyle bir anlatıyor ki sanıyorsunuz savaşı yaşamış, ve işte sizde onunla birlikte yaşamaya başlıyorsunuz. Bir ara gözlerimden pıtır pıtır dökülüyor yaşlar. Yanımda iki tonton bayan var ve hem ağlıyor hem alkışlıyorlar duydukça askerlerimizin en zor şartlarda bile nasıl cesurca savaştıklarını. İman gücü ile kaldırılan top mermilerini, susuz, yiyeceksiz, yer yer soğuk hava şartlarında ülkemizi savunmak için canını dişlerine takarak çırpınmaları. Anlatacak öyle çok şey var ki ama burada sadece hissettiklerimi yazmak istiyorum çünkü detayları yani gerçek tarihimizi sizlerinde gidip yüreğinizle kendinizin yaşamasını istiyorum. Zaten satırlara sığmayacak onca kahramanlık, komple yitirilmiş 16-25 yaşlarındaki 57 inci alay, Hasan çavuşlar, Seyit onbaşılar, Yahya çavuşlar ve binlerle isimsiz kahramalar...
İnanılmaz ve çok özel birgün yaşıyorum , duygu yüklü, gözyaşı dolu, göğsüm kabararak dinliyorum rehberimizi, boğazıma düğümleniyor her cümle, tüylerim diken diken oluyor, şimdi bastığım her toprakta şehit atalarımızın kanları mı var diyorum sessizce, adımlarımı bastığım her yerden gaipten sesleri geliyor sanki dinledikçe toprak anayı. Yüzlerce şehidimiz hatta isimleri bilinemeyen binlerce şehidimiz hakkınızı helal edin bizlere, sizin ne zorlukla koruduğunuz toprakları bizim bu kadar kolayca kaybetmemiz, ellerimizle satmamız inanılmaz değil mi, şimdi devlet adamlarımız gelse de gözleriyle görselerdi, yürekleriyle dinleselerdi tarihimize bir dönüm noktası olan bu savaşımızı, acaba yaparlarmıydı bu güzel topraklarımıza bu adaletsizliği... Hakkınızı helal edin bize diye sesli olarak ağlıyorum, otobüsün içinde yüzü bizlere dönük olduğundan rehberimiz farkediyor ağladığımı ve gülümsüyor hafiften. Aramızda bir sıcaklık oluyor birden, beni anladığını biliyorum çünkü bu kadar yürekten yaşayarak anlatması onunda yüreğinin bir parçasının da bu topraklarda, kanlı koylarda kaldığını gösteriyor.
Yanımdaki hanımlardan biri olan Sevgi hanım Sinoptan gelmiş dedesinin temsili mezarına, ölmeden önce bir kez olsun görmek umuduyla bu savaşta kaybettiği dedesinin mezarına. Kadın ağlayarak camdan anıt mezarlarda dedesinin adını arıyor ve yardım ediyoruz ona bulmasında. Birden boğazıma birşeyler düğümleniyor, bulmanın verdiği sevinç mi yoksa burukluk mu, bilemediğim duygular. Ve dua ediyoruz mezarın başında, altmış yaşlarındaki kadın hıçkırıklara gömülüyor. Anı olsun diye fotoğrafını çekiyorum. Yürümeye devam ediyoruz büyük abideye doğru.
Biraz ötede anıtımızı görüyoruz, devasa büyüklükte. Aslına bakarsanız altmış metre yüksekliğinde anıt muhteşem görünüyor ve sanırım boğazların girişinde görülmemesi imkansız bir noktada. Tüm boğaza hakim bu anıt, en tepesinde 1,60 lık bir yükseklik olduğunu anlatıyor rehberimiz ve bu yüksekliğin de Atamızın boyundan esinlenerek eklendiğini söylüyor. Bu arada İngilizlerin ve Anzakların bile bizden önce birer anıt yapmış olduklarını duyunca içim buruluyor, benim şehidim bunu çok daha fazla hakederken niye biz çok yakın bir tarihe kadar şehitlerimiz için bir anıt bile yapmamışız.
Nasıl oldu bilmiyorum ama birden aklıma aile fertlerimden biri ile yaptığım bir konuşma geldi, neden bu anıtın üstüne çıkıp çevreye hakim noktadan bakamıyoruz diye, oysa ki belli bir ücreti bile olsa bir asansör yardımı ile çıkılsa aynı zamanda bir gelir kaynağı da olurdu Çanakkale'ye. Yılın her zamanı yerli yabancı turisti eksik olmayan bir noktanın bırakın en tepesine çıkmayı etrafına ip çekmişler ve yaklaşamıyorsun bile. Biz ne malımıza sahip çıkabiliyor ne de onu yüceltmesini biliyoruz. Derin bir ah çekiyorum ve hemen anıtın yanından boğazın Ege denizine birleştiği yerleri görüyorum. Cennet vatanım deriz ya işte öyle bir yerdeyiz ki hayran olmamak imkansız, boğazların denize birleştiği yerdeki
o görüntü hiç aklımdan çıkmıyor.

Saat ilerliyor ve sıcak iyice artıyor ama hiç bitmesin dediğimiz zamanlar yaşıyoruz. Grupta yeni evli iki çift var yurtdışından gelmişler, ayrıca iki kız kardeş ve avrupalı olduğunu tahmin ettiğim bir erkek arkadaşları ve yurdun dört bir yanından gelmiş yaklaşık 25 kişi heyecanla arabadan iniyor, rehberimizi dinliyor, yürüyor, geziyor, fotoğraf çekiyoruz. Zaman zaman siperlere inmek, kulaklarımı toprağa dayamak istiyorum sanki bana anlatacaklarını dinlemek için toprağın ama yapamıyorum cesaret edemiyorum buna. Basmaktan hep çekinerek geziyorum hep sesizce saygı ile anıyorum tüm mehmetciklerimizi, dinledikçe inanamıyoruz onca zayıflamış, yorgun düşmüş bedenlerin var güçle savaşmalarını. Bir karış toprağımızı, vatanımızı vermemek için ne boyuna ne posuna ne yaşına bakmadan eline ne geçirdi iseler vatanımızı savunduklarını duydukça hakkınızı helal edin diye kısık sesle aramızda konuşuyor ve bir kaçımız gözyaşlarımızı tutamıyoruz.
Yanımızdaki diğer hanım da altmış yaşlarında, aslında çok rahatsızlıkları olduğunu buna rağmen burasının havasının ona iyi geldiğini, sabahın erken saatlerinden güneşin yaktığı ve sıcaktan kaynattığı bu saatlerde hiç erinmeden, koşar adımlarla ülkesinin en büyük tarihinin yazıldığı savaşlarının olduğu, taşı toprağı karış karış yürüdüğünü ve gerek boğazların havasının gerek de bu yerleri görmenin ona çok iyi geldiğini anlatıyor arabaya binerken. Çok ama çok geç geldiği içinde hayıflanıyor Gelibolu yarım adasına, topraklarımızın en kanlı yerlerine, öykülerle dolu zamanlarına. Gözleri hep buğulu dinliyor rehberimizi. Rehberimiz harika anlatımı ile çoşkuyu veriyor içimize, sanki yıllar öncesini yaşatıyor bize,o zamanları, nefes nefese saldırıları, ğöğüs göğüse verilen mücadeleyi, dökülen kanları, her şeyi ama herşeyi öyle anlatıyorki sanki etrafımızda savaş var ve biz ortasındayız gibi hissediyorum, hatta bir ara bir ağacın ardına yanaşıveriyorum gayri ihtiyari bir mermi gelmesin diye. Çok ama çok teşekkür ediyoruz her adımda bize tarihimizi canlı canlı yaşatan rehberimize, daha güzel anlatılamazdı eminim tarihimiz, biraz aklıma geç gelmekle birlikte videoya çekiyorum rehberimizin anlatıklarını çünkü unutmak istemiyorum ve bir kez daha sesli dinlemek ve yaşamak istiyorum her şeyi.

Bu vatan ne şehitler verdi ne çok insanımızı pisi pisine kaybetti sırf müttefik devletlerinin yanında yer almak adına yanlış alınmış bir kararla. 1915 de verdiğimiz kayıpları öğrenince çok sinirleniyor ve üzülüyorum. Bir ülkenin dört müttefik ülkeyle onbeş ülkeye karşı savaşması ve topraklarını korumak adına canlarını hiçe sayarak savaşa girmesini burada yazmakla bitiremem. Çok değil dört yıl sonra kurtuluş savaşımıza geldiğimizde ülkemizin en genç savaşa gidecek nüfusun yaşı 40 civarındaymış. 1. dünya savaşında tüm genç nüfusumuzu kaybetmiş olmamız, tüm okumuş aydınlarımızı, gençlerimizi kaybetmiş olmamız nasıl bir olaydır, bu ülke nasıl toparlandı, nasıl yetiştirdi yeniden doktorlar, mühendisler, öğretmenler... Ne zor aşılmış o dönemler ve biz ne kadar kolay yıkıyoruz herşeyi...
En son Mustafa Kemal' in karargah evini kuduğu köye götürüyorlar bizi. İki katlı ahşap bir ev, iç avluda duvarın birine İstiklal marşımız, Gençliğe hitabe çerçevelenmiş duruyor. Yukarı katta bir tek çalışma masasının gerçek olduğunu öğreniyoruz ve dokunmak istiyorum her köşesine o masanın. Evet yıllar önce burada o vardı, kararlarını işte bu 6-7 metrekarelik odada almış kurmayları ile. İnanılmaz geiyor bana , şimdi çıkıp geliverecekmiş gibi geliyor kapının ardından.
Arada anlatmadığım öyle cok yer, öyle olaylar var ki yazsam ne buraya sığar ne de benim anlatmamla size etkisi kendinizin görmesi dinlemesi gibi olur. Gelin, görün, dinleyin ve yaşayın ama geç kalmadan... Alın çocuklarınızı getirin ve görsünler bu toprak parçasını...
Artık Çanakkale'nin bendeki yeri hep çok farklı olacak, ve özellikle boğazın tam karşısında yazan “DUR YOLCU” ve temsili askerimiz her o bölgeye gittiğimde görmeden dönmeyeceğim bir yer oldu. Hatta ertesi akşam üstü güneşin yavaş yavaş el sallayıp saklanmaya hazırlandığı esnada gözlerim mi yanıldı acaba diyene kadar karşıdaki “DUR YOLCU” nun hemen yanında bana bakan iki mehmetcik gördüm, mesafeyi kestiremeyeceğim ama bakıyorlardı işte oradan tam boğazların karşıısından. Yüzlerinde o yorgunluk, bitmiş tükenmiş bir görüntü beni biran altüst etti, sanıyorum yardım istiyorlardı ve acı çekiyorlardı. Üzerlerinde eskimiş, yırtık, solmuş kıyafetleri hele o bakışları hiç gözlerimin önünden gitmiyor. Sanki dünden beri beni takip etmişler ve söylemek isteyip de söyleyemedikleri bir şey varmış gibi donuk bir ifade ile bana bakıyorlardı. “Vatanımız için canımızı verdik ve size teslim ettik ya sizler sahip çıkabildiniz mi “ diyorlardı, ezildim küçüldüm karşılarında. Oysa ki göğsüm kabararak “ size çok şey borçluyuz evet ama bakın emanetizi koruduk yücelttik” diyebilmek istedim, olmadı...
Sustum bakakaldım... Birden kayboldular... Bakındım sağa sola ama yoktular, yoktular işte. Ne demek istemişlerdi neler diyeceklerdi, neden birden kaybolmuşlardı. Kırmışmıydık, üzmüşmüydük, haklarını helal etmişlermiydi bize...
Boğazın tam karşısında Kilit bahir tepelerinde yazan “DUR YOLCU bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir ” yazısına iyice bakıyorum ve seslice okuyorum. Yaşanmış bir asrın öyküsünü nasılda güzel anlatıyor şu kısacık cümle.
Şimdilerde 18 MART Üniversitesi sayesinde gençliğin yoğun olduğu bu şehir olsada ben ve benim gibi duyarlı herkesin boğaza baktığında “DUR YOLCU” nun önemini içimizde hissedecek karşımda bana bakan Seyit onbaşıyı, Hasan çavuşu solmuş, bitap düşmüş yüzlerini en çok da gözlerindeki anlamlı bakışı hep göreceğiz sanırım.

Çanakkale’ yi gezip görmeyen ve tarihini bilmeyen bu vatanın kıymetini bilemez diye düşünüyorum. Yurdumuzun tüm köşelerinde muharebeler yaşandı kuşkusuz ama sanırım en önemlilerinden biri bu topraklar üzerinde gerçekleşti. Tüm şehitlerimize ALLAH tan rahmet diliyor ve biz torunlarına, geri kalanlara bu vatanın kıymetini bilmelerini ve korumalarını, bilmek istemeyenlerin başka yere gitmelerini tavsiye ediyorum.

Sevgilerimle...

20 Haziran 2010 Pazar

ÇİZGİ


ilk kez üşümedim iğde'm
sarmaladın içimdeki titreyen kızı
sakinliğinle
vakit çok geç olmadan girmeliyim mabedime
sesimdeki çatlağımdan vazgeçtim güneşi doğurmalı sabaha
bir avucumda birbirine dargın gül ve karanfil
diğerinde biriktirdiğin öpüşlerin
önceleri çizgiydin şimdi nokta....

Z/S

19 Mayıs 2010 Çarşamba

YARENLİK

Evet düşemedik biz aşka. Ve onca geçen dakikaların yüzyıllara dönüşmesine engel olamadık.
Bir hilaldiniz gözlerimde,
içimde çoktandır olmayan bir sıcaklık, ve güven duyma isteğiydiniz.
Niye hiç tanımadığımız yada sadece birkaç kez gördüğümüz birini bu kadar özleriz. Niye sessizlikte bunca gürültü kafamıza kamp kurar.

Yaşayamadıklarımıza içimdeki coşkuyu da eklediğimde onca ağırlıkla başımı yastığa koyuverdim.

Evime, yuvama, ruhuma kavuşmuştum kavusmasına da huzurum dediğim siz niye yanımda değildiniz. Niye kırgın niye yorgundum...

Zamansız bir aşk ziyareti yüzünden; farkındasınız değil mi. Benim sevgime inanmıyorsanız içimdeki ateşi körüklemeyin, söndürmeye de çalışmayın çünkü onlar benim gerçeklerim...

Yine herşeye rağmen güneşim doğmaya devam edecek. Peki ya siz yarenliğim olmayacak mıydınız ...

Z/S

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Güneş yanım da sönük kalmalı

Karşımda ışıkları ile göz alıcı duran kalenin haşmeti etkiliyor önce. Sonra şelaleden akan suların çıkardığı çığlıklar. Bir kafedeyim, dayanamayıp kalemi kağıdı çıkarıyorum çantamdan. Her daim yazı defteri ile gezmenin verdiği bir alışkanlık olsa gerek.

Tam karşımda kocaman bir park ve içinde yel değirmeni, cıvıl cıvıl insanlar. Bu sene havaların mevsim normallerinin dışında gitmesi bir yandan canımı yakarken bir yandan da yeni bir mevsimin başlaması heyecanlandırıyordu. Ağaçlar, kışlıkları üzerinden atsam mı atmasam mı diye düşünürken tomurcuklar dayanamamış ve biz geldik diye çıkıvermişler dalların ucundan. Topraktan baş vermiş geçen yıldan kalan çimlerin dayanıklıları. Böyle havaların olmazsa olmazı olan minikleri de unutmayalım, topları ve bisikletleri çıkmış tozlu depolardan. Bense oturmuş bakınıyorum etrafımda ki yaşanmışlıklardan bir pay çıkarabilir miyim diye.

Birden yıllar öncesi anılarıma dalıyorum. Kalbimin ilk çarptığını hissettiğim o sıcacık, tertemiz duyguların yaşandığı küçük mahallemize gidiyorum. Akşam üstleri uzaktan da olsa sırf onu görebilmek adına, evden on, on beş dakikalığına kaçtığım, heyecandan tir tir titrediğim, tanıdık birilerine yakalanma korkusu en çok da babama. Sabah olunca ayna da süslenip bahçeye çıkmak keyif verirdi. Hani kapımızın önünden geçerken belki beni görür de aklı kalırdı. Salına salına geçerdi; o da izlendiğinin farkında. Saçlarını eliyle düzeltir bir yandan da göz ucundan keserdi. Hey güzel Allah’ım nasılda güzel günlerdi. Hem korkudan ödüm patlar hem de yüreğinin götürdüğü yere giderdim.

Günlerden bir gün ilk aşkla yaşanan heyecan doruk noktasına tırmandı, çünkü ertesi gün buluşacağız. İçim içime sığmıyor. Anneme bir mektup yazıyorum bahçenin bir köşesine saklanıp. İşte o yıllardan gelir yazma merakım. Hiç veremediğim ve yıllar sonra ilk okul dosyasının arasından bulduğum diğer mektuplar gibi…

Yıllar sonra şimdiki evime taşınırken elime geçen bir karton kutuda buldum tüm mektuplarımı. İlkokul karnelerim, takdir ve teşekkürlerimle beraber sarmışım sıkıca. Açarken yine aynı heyecanı duymaya başladım, titreyerek açtım sanki anılarım kaçacaktı. Birer birer başladım mektupları okumaya, birden bütün oda değişti döndüm lise yıllarıma. O an bir de bana sorun nasıl buldum heyecanla o mektubumu. İşte şimdi yazıyorum sizlere.

Bilmem sana bu duyguyu nasıl anlatsam…
İçim içime sığmıyor annem ,
Heyecandan kanatsız uçmak geçiyor içimden
Bir yanım çok mutlu ve içimi ateş basmış
Bir yanım da suçlu ve ürkek, üşümekte
Ah annem ah sana söyleyebilseydim aşık olduğumu
Ne bileyim utandım mı korktum mu
Ama gözlerine bakamadığımı hatırlıyorum,
Sanki anlayacaksın da ertesi gün dışarı çıkmama izin vermeyeceksin diye
Öyle korkuyorum ki
Nasıl hoş olurdu senle paylaşmak
Bu ilk heyecanı ,mutluluğu annem

Yarın çok güzel olmalıyım anne
Güneş yanımda sönük kalmalı
Serçeler eşlik etmeli şarkımıza
Başımda papatyalardan oluşan bir taç
Yarın çok ama çok güzel olmalıyım
Gözlerimin içi ışıl ışıl ellerim titriyor heyecandan
Ah annem ah sana söyleyebilseydim aşık olduğumu
O ilk heyecanı paylaşabilseydim seninle
Yarın çok güzel olmalıyım anne
Baharla beraber açan çiçekleri ,
Tomurcuk vermiş dalları kıskandırmalıyım
Kelebekler gibi uçuşmalıyım
Mektubu yazdım ama verebileceğimi sanmıyorum
Belki bir gün anlatma cesaretim olursa…
Yada
Sen önce bulursan mektubu
Ne olur affet beni anne …
Affet bu duyguları sensiz yaşadığım için…

Gözyaşlarım indi inecek etrafımdaki masalardan bana bakmalarını istemediğim için zor tutuyorum. Gençliğimizde çok saftı duygular, kirlenmemiş, çamur atılmamış. Tertemiz aşklardı. İşte bu aşklar için ağlanırdı. Ağladım da hem de hıçkıra hıçkıra , başımı yastıklara gömüp ağladım. Sanki gözümden akan boncukları bir yandan yastığımın üzerinden toplamak bir yandan da ne kadar ıslanmış yastığım diye düşünerek ilgiyle izlerdim. Oysaki şimdi yaşanan sevdalara daha bir üzülüyoruz değer mi değmez mi emin olmadan. Daha içli ağlıyormuşum gibi geliyor .
Biraz irdeleyince düşüncelerimi, ağladığım aşklar mı yoksa giden tertemiz ilişkiler mi diye beni düşüncelere zerk ediyor. Nerde o yılların silip götürdüğü dost diye bildiklerimiz. Nerde o sevgililer, nerde o masum kızlar oğlanlar…Laçkalaşmış ve cıvımış ilişkilerden oluşmuş bir dünya olduk .


Ah ne güzel günlerdi diyemeden geçemiyorum. Biliyor musunuz annem hala okumadı o mektupları…

1 Mayıs 2010 Cumartesi

DOĞUBATI

DOĞU’ma

Karadut tadındaki dudakların
Ay ışığında çırılçıplak dolaşan ayakların
Uzan yamacıma
Dokun sırmalarıma

Mis kokuyor mu, yumuşacık mı
Karmaşık mı
Duyguların gibi

Garip bir telaş içinde misin
Gözlerin fer fecir
Zaman sustu, duvarlar dinlemede

Sessizlik...

Giderken dönüp el sallayışın sonsuz gidiş mi
Elbet birgün geleceğim mi

Bütün duygular baharatlı
Gözyaşı sonuncu

Sen de ağladın ya eridi içim
Gittin ya
Gözlerim dimağında kaldı...



Sustum
Sessizce gitmesini bilenlere
DOSTÇA KAL...

Z/S