31 Aralık 2008 Çarşamba

MUTLU YILLAR

Hepimize huzur dolu, sağlıklı ve bol kazançlı bir yıl dilerim...

2008'in aksine 2009'da güzel günler bekliyorum...


kucak dolusu sevgiler...

20 Ağustos 2008 Çarşamba

SAYFA KAPANDI

Böylece hayattan bir sayfa daha sağdan sola kapandı. Akşamın kızıllığına gömüldü düşüncelerim.

Neler geçti gitti, neler kattı bana, neleri kaçırdım kim bilir. Acısıyla tatlısıyla bana kalan buruk bir yaşanmışlık, gözyaşı ve çılgınlıklardan sonraki haz ve mutlu bir tebessümdü yüzüme yansıyan. Yine uçtuk biz, birimiz yukarı çıktık birimiz aşağıya indik sonra coğrafyada birimiz sola birimiz sağa uçmaya devam ettik. Kanatlarım kâh kırıldı indi yanlarıma kâh mutluluktan kabardı. Kaybettiğini özlemek ne zor işti, bazen de bile bile avuçlarından kayıp gittiğini hissetmek ve elinde tutmak için bir şeyler yapmaya çalıştıkça yitirmenin daha da çabuklaştığını görmek.

Yeşilin mavisini, siyahın beyazını görebilmekti maharet. Elbet acının içinden mutluluğu, özlemin içinden kavuşmayı bulabilmekti öncelikli gayemiz. Gün doğumu, gün batımı hiç fark etmezdi ölmemiz için, her an hazırdık bütün olmaya.

Söyleyecek onca söz vardı ve bunları söyleyebilmek için o kadar az zaman vardı ki işte bu çaresizlikte hiç bir şey söyleyemedim sadece baktım gözlerine. Ne kadar hızlı geçti senli dakikalar, ne çok sardı sensizlik üşümüş benliğimi.

Hayat benden daha hızlıydı her zaman ki gibi ve yine alıp götürmüştü yaşanan ve yaşanamayan her anımızı.

Yine bir bahar akşamı rastlamak üzere aşka, sevgiliye, sevdiğim bu şehre sayfayı yeni güne çeviriyorum. Ve başımı yaslayacak bir cam kenarı buluyorum düşlerimi de yanıma alarak.



Z/S

9 Temmuz 2008 Çarşamba

SESSİZ ÇIĞLIK

Sessizdi çığlığım, o yüzden mi duymadınız beni… Mücadele edecek gücüm de kalmadı. Sadece gözlerimle konuşmam bundandır. Yazık ki siz de gözlerimden de mahrumsunuz. Oysa ki susmaya değil biz olmaya gelmiştik, hiçbir şey olamadan gitmeye değil. Yürek nasıl bin parça olur bakın, bir daha bakın… Olmuyor sadece bakmakla olmuyor değil mi gören gözler olmadıktan sonra. Sevmesini bilmese insan bu kadar acımaz. Sahiplenmese sevgisini ulu orta bıraksa uçurtmanın kuyruğunu bırakır gibi sanki daha mı iyi olacak. Birbirimizin hiçbir şeyi olmayalım derken her şeyi olmak da neyin nesiydi. İşte şimdi susma zamanı…

Bağırsam ne çıkar dinleyen olmadıktan sonra.. Yakarsam “dinle beni” diye, dönüp ardına bakmadan gidene ne söylenebilir ki kapı eşiğinde.

Onca sakladım kıyamadığım gülüşlerimi, şimdi koskoca bir ömür geri gelse tekrar verebilir mi dersiniz çizgiden sarkıp ağlamaklı mimiklerimi, silebilir mi sizce sancılarımı. Gizlice bir geçit çok aradım size varmaya, hep son anda duvarlar yürüdü üstüme, kapandı gürültüyle.

“çok sevmeyeceksin. O daha az severse kırılırsın, ve genellikle o daha az sever seni senin o’nu sevdiğinden” diye bir söz vardır. Mücadelem sevgiyi taşarcasına vermekti, nereden bilirdim ki fazlasının boğacağını. Nereden bilirdim ki bu kadar çabuk tüketileceğimi. Üzgünüm hem de çok, ama ağızınızdan çıkan söz kalbimden sırtıma vurdu bir defa. Yıktınız hayallerimi, tertemiz duygularla gelmiştim gönül kapınıza. Şimdi kirlenen duygularımı bile düşünmüyorum yalnızca zedelenen onurum beni ayakta durmaya zorluyor.

Kızgın bir yaz güneşi gibi yandı içim, buz gibi sözleriniz ise dondurdu birden beynimi, yutkundum sadece…

Düşlerin ve aşkların en güzeliydiniz, şimdi öyle uzaksınız ki bana, eskiden olsa yanınızda alırdım soluğu ama artık gelmek fikri bile uzak olsun benden…

Bir ruh olmayı deneyen iki beden bazen başaramıyor işte. Öyle güzel di ki gözlerim size bakarken, şimdilerde fırtınalar kopmuş gibi.

Çok sevmiştim demek klasik mi kalır bilmiyorum ama gerçekten çok sevmişim sizi… Erkeğim demişim, efsanem demişim, şu yaşıma erken açan gönül çiçeğim demişim, güzel adamım demişim. Oy oy göğsüm şişiyor sanki, nefes alamıyorum, geceyle gündüz yer değişti birden bire karardı her yer, titremekte olan ben miyim mumum son gücüyle aydınlatma çabasımı.

Hani bir yıldızımız vardı ya, onu kaybettim göremiyorum. Adınız şifrem di ya kilitledim artık o kapıyı da bir daha açılmasın diye. Peri kızınızdım ya o da öldü, çiçeğiniz de soldu artık, haydi şimdi gidin gidebilirseniz. Gelirken “geri dönüşüm yok” demiştiniz ya. Alın başınızı da nereye yeterse gücünüz oraya kadar gidin. Bir yol vardır mutlaka size göre.

Yolunuz açık olsun…


Z/S

2 Temmuz 2008 Çarşamba

HAYATIN İÇİNDEN

Kadın kan ter içinde istasyona girdi. Cebindeki parası ancak trene yetecek kadar kaldığından yaklaşık üç kilometrelik yolu koşar adımlarla gelmişti ve trenin kalkmasına altı dakika vardı. Henüz biletini bile almamıştı. Yol boyunca “o trene yetişmeliyim” diyerek motivasyonunu yüksek tutmaya çalışmış, nefesini düzenli kullanarak temposunu hızlandırıp ancak yetişebilmişti. Gişeye geldiğinde kuyruğu gördü ve istasyonun duvarındaki o şâşalı tarihi saate gözü kaydı, beş dakika kalmıştı. Ya yer bulamazsa, ya binemezse bu trene. Şimdi de bu düşünce beynini kemirmeye başladı. “ Yok yok olur mu hiç, binmek zorundayım, yolumu gözlüyordur şimdi” “ Eğer yok derlerse yalvarırım, anlatırım durumu “ diye geçirdi aklından. Dört dakika kalmıştı, son yarım saatin ona bir asır gibi geldiğini düşündü. Yol yürüdükçe gözünde uzamış, şimdi de sanki kuyruktaki yolcular çoğalmaya başlamıştı. Son üç dakika kala yandaki gişe açıldı, hemen sırt çantasını yerden alarak oraya ilerledi. “ Eskişehir’e giden trene bir bilet” dedi ve bankonun arkasındaki genç görevlinin yüzüne baktı, onu izlemeye başladı.

Önce gülümsedi sarışın görevli ve sonra bilgisayarın ekranına bakarak klavyenin tuşlarına dokundu. Delikanlı düzgün yüz hatlarına sahip ve yüzünde gülücükler dağıtan yirmi beş yaşlarında biriydi. Pozitif enerjisi aradaki camdan bile yansıyordu. Genç görevlinin aniden yüzündeki ifade değişti ve kadın bacaklarının titrediğini hissetti. “ Şimdi yer yok diyecek, hayır Allah’ım hayır, ne olursun demesin” diye aklından geçirirken görevli “tam bilet mi “ diye sordu. Kadın heyecanla “evet “ dedi avucunda terden ıslanmış olan son parasını bankoya koyarak camın altından itekledi. Biletini ve parasının üzeri olan demirlikleri alarak kalkma düdüğünü çalan trene doğru son sürat fırladı. Son dakika yetişmişti işte, merdivene adımı atarken derin bir oh çekti.

Yanlış vagondan bindiği için uzun süre yürüdü hareket eden trenin içinde.

Yerine oturduğunda kızarmış yanaklarını elledi ve gülümsedi kendi kendine. Koltuğu büyük bir tesadüfle cam kenarıydı. Gişedeki görevliden cam kenarını istese bu kadar denk gelirdi ancak. Çok mutlu oluverdi birden.

Gidiş sebebi her ne kadar iyi bir haber sonucunda olmasa da bu seyahate ihtiyacı olduğunu fark etti. Trene bindiğinden beri içine bir huzur dolmuştu ve birden aklına yemekli vagona giderek cebindeki son bozukluklarla çay içmek geldi. Eşyalarını da yanına alarak adını sonradan öğreneceği Ray Restaurant vagona doğru ilerledi.

Vagona geldiğinde şöyle bir göz gezdirdi, trenin hareket yönünde olacak şekilde boş bir masaya oturdu, cebindeki paranın nelere yeteceğine baktı. Sonra zaten amacının çay içmek olduğunu hatırlayarak gülümsedi ve hiç hayıflanmadan siparişini verdi.

Bu esnada gün yavaştan karanlığa kollarını açmaya başlamıştı. Dışarıdaki kızıllık bir anda gözüne takıldı, baktıkça gözlerini alamadı. Tarlalar, dereler, koyun sürüleri, yeni yeni çiçekleri açmaya başlayan ağaçlar sanki bir kısmı göz kırpıyor bir kısmı da el sallıyordu. Vagonda hafiften bir müzik çalmakta diğer yolcuların konuşmaları birbirine karışmaktaydı.

Derken yağmur o yumuşak parmak uçlarını dokundurmaya başladı camlara. Başını cama yaslayan kadın öyle bir ruh haline girmişti ki neden bu trende olduğunu bile unutmuştu. Hayatında yarım kalan tüm arzularını düşünmeye başladı. Bir şarkı takıldı diline, o esnada bir şiire döndü kulağındaki nağmeler. Koridorda kendisine doğru gelmekte olan garsonun gülümseyen yüzünden önce çekindi “ bu adam ne istiyor benden “ diye düşündü. Daha sonra ufak ufak yapılan sohbetler esnasında çıkarsız ve güzel bir kalbi olduğunu, sadece on iki saatlik yolculuklarda gülen iki göze hasret kaldığını fark etti garsonun. Hatta “ sizinle daha önce birlikte seyahat ettik mi” sorusunun karşısında önce adama baktı ve sonra hatırlar gibi oldu “ evet evet geçen sene Soma’ya giderken de sanırım siz vardınız “ dedi. Gülümsediler karşılıklı. Adam : “ şimdi bizimle birlikte niye İzmir’e gelmiyorsunuz. “ “ ne iyi olurdu sizin de bizimle birlikte seyahat etmeniz” dedi. Kadın birden hatırladı yolculuğunun sebebini ve içi buruldu, gözlerinde hüzün beliriverdi. Sadece tebessüm etmekle yetindi.

Bu arada garson her gelip geçtiğin de çayının bitip bitmediğini kontrol ediyordu göz ucuyla. Kadın aslında tedirgin olmuştu “ hadi iç de kalk “ dercesine olan bu hareketinden. Çayının son yudumunu aldı ve anında garson belirdi başında. Boş fincanı alırken başını hafiften öne eğerek kadına “ ne olur siz hep gülümseyin hüzün yakışmıyor size “ dedi ve görevinin başına döndü.

Tam kalkmak için çantasını eline aldı, o sırada elinde bir çay ile tekrar geldi garson.

Kadın “ ben istemedim ki “ dedi.
Genç adam “ bizim ikramımız” dediğinde kadın mahcubiyetle gözlerini öne eğdi. Adamın gitmesini bekledi çayından yudum almak için.

Daha sonra kadın kasaya giderek hesabını ödedi, beş numaralı vagondaki yerine döndü, koltuğuna oturdu, yine başını cama dayadı. Yağmur devam ediyordu. Aklına eskimiş bir şehirde yaşadığı aşk dolu yılları geldi. Hatta uzun zaman geçmesine rağmen onu unutamadığını bir kere daha fark etti. Yine bir nisan gününde başlamıştı aşkları. Hayatlarında ilk defa bu kadar sevdiklerini ve sevildiklerini fark etmişlerdi.

Trenin camlarına pıtır pıtır dokunan yağmur tanecikleri hafızasını canlandırmıştı. Biricik sevgilisi ona her yağmur yağdığında “yağmur gözlüm” diye hitap eder ve “ sen bana nisan yağmurlarıyla geldin aşkım” diye de güzellik katardı yaşantılarına. Gözünden sakındığı ve önemsediği bu adamla ilgili tüm yaşananlar gelivermişti işte birden aklına. Dalmıştı, trenin rayların üzerinde çıkardığı o sesleri de ninni gibi hissetmişti. Öyle çok hatırlayacağı anısı olmuştu ki işte bundan dolayı her trene bindiğinde ve de özellikle Eskişehir’e gittiğinde içini hüzün kaplardı kadının.

Bir İzmir seyahatinden kız kardeşi ile dönüşleri aklına geldi aniden. Nasıl da yağmur yağmış ve üstlerinde ki camın bozuk olduğunu ani bir şokla öğrenmişlerdi. İkisi de uyuklarken birden soğuk bir su üzerlerine dökülmüş sıçramışlardı. Pencerenin arızalı olması ve aniden başlayan dolunun birden kovadan boşalır gibi trenin camından içeri dökülmesi unutamayacağı bir anı olarak kalmıştı hafızasında. Üstüne üstelik üzerlerine giyecekleri başka kıyafetleri de yoktu yanlarında, birbirlerine sarılarak ısınmaya çalışmışlardı. Kaloriferlerin ne zaman yanar diyerek boşuna beklemeleri de çabası.

Tam bunları düşündüğü anda kondüktörün “ Eskişehir” diye çağrısıyla kendine geldi kadın. Aklını toparlamaya çalıştı, birden derin bir iç geçirdi. Umarım babacığı onun geldiğinden haberdardı. Halası kızının geleceğini kulağına fısıldadığında hasta yatağında sadece gözlerini kırpabilmiş sonra da iki damla yaş yanağından yastığının üzerine süzülerek inmişti yaşlı adamın.

Tren durduğunda kadın hemen indi ve çok özlediği o şehrin kokusunu içine çekti.

İçinde garip bir his babasının gözlerinin yolda kaldığını ve de kızını göremeden öteki dünyaya göçtüğünü söyledi, birden içi buruldu. Hastaneye geldiğinde üçüncü kata koşar adımlarla çıktı. Elindeki nota göre 110 numaralı odanın önüne kadar geldi. Kapının önünde durdu ama eli bir türlü kapıyı açmaya gitmedi. İstemediği o durumla karşılaşmaktan öyle korkuyordu ki. “ Ne olur babacığım beni terk etmemiş ol” diye geçirdi içinden ve gözyaşlarını tutamadı, boğazına bir şeyler düğümlendi, ayakları kilitlendi. İşte o anda kapı açıldı ve halası ile göz göze geldiler, yaşlı kadın onu görünce ağlamaya başladı. Korktuğu başına mı gelmişti? Halasına doğru ilerledi tam sarılacakken yatağın ayak ucundaki kıpırtıyı gördü ve halasının omzuna dokunarak yanından geçip odanın ortasına geldi, odanın tümünü gördüğünde gözleri yerinden fırlayacak gibi oldu. Canı, babacığı, sayesinde içindeki ben’i bulduğu, o’nu dünyada en çok sevdiğine inandığı kişi sırtına iki yastık koymuş ve oturmuş, kızının gelişini beklemekteydi hem de son derece düzelmiş olarak. Bu bir mucize olmalı diye düşündü, bir hamle de yatağa ulaştı ve boynuna sarıldı. Öptü öptü kokladı, tekrar sarıldı… Artık tüm kuruntularından sıyrılmış, çocukluğundaki gibi masum, göğsüne yattığı babası tarafından saçları okşanıyordu.

İnançlarımızdır bizi yaşatan ve ayakta tutan…


Z/S

26 Haziran 2008 Perşembe

SON MEKTUP

“Her gece aynı rüyayı görmekten bıktım artık” dedi ve yatakta doğruldu. “Hep aynı rüya hep o” diye söylendi kendi kedine, sırtından su gibi terler akıyordu. “Hayırlara gelir inşallah” dedi ve kalktı yataktan banyoya gidip yüzünü yıkadı. Terini alması için kenarları dantelli havlulardan alıp sırtına koymaya çalıştı.

Yolunu doğrultup yatak odasına doğru ilerlerken salonun camından sızan sokak lambasının ışığı birden onu yanına çekti. Anneannesinin özenerek çeyizlik hazırlattığı Fransız güpürü tüllerini eliyle itekleyerek camın kenarındaki berjere oturdu ve ışığın kırılan yansımalarına doğru daldı gitti. Gözleri buğulanmıştı. Ne zaman geceden sabaha doğru ilerleyen saatlerde uykusu kaçsa hiç hayıflanmadan gelip bu koltuğa oturur ve düşüncelere dalardı.

Yıllar ne çabuk geçmişti. Hatırında kalan genç kızlığına ait hep aynı anılardı. Öyle bir hatıratı vardı ki unutamadığı; dile kolay 52 sene geçmişti üzerinden. Ne alımlı ne güzel kızdı. Dört dönerdi erkekler etrafında. Ama o zamanlar farklıydı. İltifatlar, yakaya takılan güller, göz süzmeler, bir pastanede muhallebi ikram etmeler. Kalp çalmak böyle bir şeydi, kapıları ardına kadar açmak istersen mutlaka en derinden işlemeliydin. Gönlünü elleri ile teslim ettiği bir adam vardı hayatında. Aylarca bakışmışlardı. Her an düşünür olmuştu, sabah onunla uyanıyor akşam koynuna hayalini sarıp yatıyordu. Yediği yemekte, okuduğu kitapta, elini uzattığı her şeyde “O” vardı. Nefes gibi muhtaçtı artık. Aniden bir gün Fehmi bey sokağın köşesindeki terzi Orhan ustanın kapısında belirdi. Kapının gümüş kaplamalı sapına aynı anda uzanmışlardı ve elleri değmişti. Zülal hanım çekivermek istedi ama elinin üstünde öyle ağır duruyordu ki Fehmi beyin eli. Kıpırdayacak ve elini çekecek diye nasıl da korkmuştu oysaki delikanlı. Gözlerini önüne eğdi genç kız yanakları al al olmuştu. Delikanlı hiç çekmek istemese de isteksizce kapıyı açıp buyur etti ceylan gözlüyü.

Orhan usta ikisine de şöyle gözlüklerinin altından süzdü ve gülümsedi. Aylardan beri bakışları ile konuşan bu güzel gençler artık ilk temaslarını da yaşamışlardı. O gün eline tutuşturulan leylak kokulu mektup zarfını, avucunun içinde ateş topu gibi yaktığı halde elinden bırakamadı genç kız. Günlerce gözlerden ırak yerlerde buluşmuşlar hep gözleri ile konuşmaya devam etmişlerdi. Öyle kolay da olmuyordu evden çıkıp gelmesi Zülal hanımın. Artık gezmedikleri tepeler, korular, gözden ırak çay bahçeleri kalmamıştı. Yaptıkları, gözlerinden en derinlere dalıp içinden çıkmak istemedikleri masallarını konuşmak ve dudaklarının delicesine birleşmesiydi. Kendilerini alamıyorlardı, hep akılları birbirlerindeydi.

Zülal hanım Fransız okullarında eğitim alan ve hala öğrenciliği süren saray kökenli bir ailenin gözbebeği büyük kızlarıydı. Fehmi bey ise sırım gibi delikanlı ve Türk musikisine gönlünü vermiş, babası emekli bugünün PTT müdürüydü.

Bir zaman sonra ansızın evlenmeye karar vermişler vermesine ama iki tarafın da aileleri karşı çıkmıştı. Birbirlerine o denli aşık olmuşlardı ki gözleri ailelerini bile görmüyordu. Kızımız bir gün sevgilisine teslim olmuş deliler gibi, aşk ve şehvet dolu saatler yaşamışlardı. Öyle deli saatlerdi ki elliiki yıl geçmesine karşın hala unutamadığı ve hep hayali ile yaşadığı, özlediği erkeğini her gözlerini kapayışında kalbinde buruk bir acı ile anımsıyordu. Dokunuşlarını, nefesini daha birkaç saat önce yaşamış gibiydi. Öpüşlerini ise hiç ama hiç unutamadı, başkası ile evlenmiş olmasına rağmen. “Senden başka kimseyi sevemem” derken dilleri yıllara meydan okurcasına doğruyu söylemişlerdi. Fehmi beyin ayrıldıkları o son gün söyledikleri hala kulaklarından gitmiyordu. “Şimdi sen gidiyorsun ya herkes sana benzeyecek, her şarkı sana yazılmış gibi gelecek, şimdi tüm yollar sana çıkacak, sanki sen buluştuğumuz o parka gelecekmişsin gibi gidemeyeceğim artık oraya. Acıtacak içimi sensizlik.”

Şimdilerde rüyalarına giren işte o adam yıllar önceki sevgilisiydi.


Şimdi bembeyaz tenli bembeyaz saçlıydı Zülal hanım. Zaten onun için pamuk hanım derlerdi kendisine. Yıllar geçmesine rağmen hala güzel, hala alımlıydı. Ama yüreciği yaşlanmıştı hem de daha yıllar önce hayatını vermeye hazır olduğu adamdan ayrıldığı o gün. Pamuk gibi elleriyle ud çalardı efkarlandığı geceler. Yıllar önce ormanda hem yürüyüş yaparlar el ele hem de birlikte meşk ederlerdi o güzelim Türk sanat musikisinden en güzel eserleri.


Böylece yıllar geçti, hep soran gözlerle baktı postacıya bana sevdiğim adamdan bir haber var mı diye. Hep umutla bekledi bir haber almayı. Ne eşine bir kusurda bulundu ne de çocuklarına vazifesini eksik yaptı. Herkese çok güzel yansıttı aile yaşantısını. Kocası; ilgili, sevecen ve insan yüreği olan bir erkekti ama kolay değildi silip atması Fehmi beyi. Kendisine son derece anlayışlı olmuştu yıllarca, beklemişti karısının sevmesini.

Fehmi bey ile ayrılırken anlaştıkları gibi her beş yılda bir görüşüp bir kahve ile hoş seda etmeye başladılar. İlk ayrılığın ardından geçen beş yıl sonunda buluştuklarında gözlerine bakamamıştı her iki sevgili de. Şimdilerde mektup gelmiyordu ve buluşmalarına da üç yıl vardı. Merak etmiyor değildi ama elinden gelen bir şey yoktu, Fehmi bey ailesi ile birlikte yurt dışında yaşıyordu.
Hasret nasıl çekilir öyle iyi öğrenmişlerdi ki, özlemleri her geçen dakika büyümekte ve çaresizlik boyunlarını bükmekteydi.


Birden sokaktan geçen sütçünün sesi ile irkildi. Sabah olmuştu. Yine o güzel anları yeniden yeniden yaşamıştı. Ter içindeydi, Fehmi beyin elleri sanki az evvel avuçlarının içindeydi, sıcacık.

Kalktı perdeyi tamamı ile açtı. Ocağa çayı koymak üzere mutfağa ilerledi. Kocası öldüğünden beri hep yalnız başına kahvaltı eder olmuştu. Çocukları da pazar günü ancak kahvaltıya gelebiliyorlardı. Zülal hanım boğazından geçemeyeceğini bile bile bir şeyler yemeğe zorladı kendini. O gün diğerlerinden farklı bir gündü. İçi bir garip heyecanla üzüntü arası bir duygu seline sıkışıp kalmıştı. Nedense boğazına düğümlendi son lokması. Tam kendine çeki düzen verip her sabah gittiği anıları ile dolu o parka gitmek için hazırlanacakken kalbi sıkıştı. Birden kapının zili ile irkildi. “Kimdi ki bu saatte gelen?”. Ayakları yürümedi biran nedensiz. Zorlanarak da olsa kapının kolunu çevirdi. Göz göze geldiği adam aman Allah’ım neler oluyordu. Fehmi bey karşısındaydı yıllar sonra, evine gelmişti O’na gelmişti. Konuşmak istedi sesi çıkmadı, elini uzatmak istedi ama çakılmıştı yerine. Birden fark etti ki kendi yaşlanmıştı ama karşısındaki adam hala eski günlerindeki gibi zıpkın bir delikanlıydı.

Genç adam gözleri dolu dolu elindeki zarfı uzattı ve “bu sizin için, babamın son vasiyetiydi ” dedi.



Z/S

13 Nisan 2008 Pazar

VAR MISIN ?

Şimdi sebepsiz, sınırsız, yargısız sevmeye var mısınız? Benimle aşk şerbeti içmeye ve kendinizi benim ellerime bırakmaya ne dersiniz?

Zamanın ritminde durmadan büyüyen ufacık tefecik çocuklar gibi. Yaşamak hayatı
benim ezgilerimde, ertelenmiş hayatlarımızı yaşamak.

Hüzünlü bir dize olmak değil amacım, zamanı kaçırmadan yaşamalı ve yaşatmalıyım. Çocukları bilmem ama bu duyguyu tadıp da bilenlerin reddedemeyeceği bir büyü. En büyük büyü AŞK. Aşk şartsız sevmektir
hiç beklemeyen zamanlarda beklenmeyen davranışlarda bulunmak, sözcükler söylemektir

“Gözlerin büyüleyici, kurtuluşum yok” demiştiniz hatırladınız mı? Benim olmak için artık bahaneye de gerek kalmadı. Ve bir gün “dur” diyeceğim demiştim geçip giden zamana. Gün o gündür biriciğim.

Ben her daim akmaya hazırım nehirlerden kollarınıza. Eğer siz de hazırsanız tabii. Benim tek tanem olur musunuz ?..

Göznurum ......

Sakin ama keyifli bir yaşantım varken kendimi bu masalda buldum ve
engellemek için çaba sarfettim. İçimdeki kız çocuğu bu duygulardan uzak tutar sandım. Aslında ilk zamanlar hiç bu şekilde sizden etkileneceğimi tahmin etmemiştim. Günler geçtikçe sohbetlerimizden ve bakışlarınızdan etkilenmeye başladım. Düşünüyorum da belki siz bana kur yapsanız ya da ben size aynı şekilde yaklaşsam bu denli güzel ve güçlü bir bağ kurulmazdı. İkimiz de son derece dostane yaklaştık hatırlayın lütfen. Saygıdan ödün vermeden devam ettik. Şimdi de aynen saygı ve sevgi çerçevesine dokunmadan buradayız işte. Geç kalmadan tüm güzelliklere haydi gel, gel güzel adamım.

Hayallerim vardı sevdaya dair, bir bir yazdım hepsini gönlüme. Bazen endişeye düşüren, ruhumun derinliklerinde huzursuz yalı çapkını düşlerim vardı. Aşk her adamın işi değildir, öyle ki dağlar yıkılsa üzerine ah etmeyenlerin bir gül goncasına bakıp bakıp gözyaşı dökmeleridir Aşk. Bir busenin deprem olduğu, nefesinin bitmeyen şarkılar söylediği, dinleyenim, titreyenim, inleyenim olmalıdır. Masalın sonunda efsane adamım olmaktır.

Mutlaka acılı, acısız günleriniz olmuştur ama bilin ki hayat çok kısa ve herkesin yaşayamayacağı bu mutluluğu yakaladıysanız kuyruğundan bırakmayınız. Size gıpta ile bakacak öyle çok insan var ki. Işte yaman sevda dedikleri bu; aşk uğruna ömrünü bile feda edebilmek ve bir tek günüm bile onsuz haram olsun diyebilmek. Düştüğünüz yerleri yakıp geçmelisiniz, ellerim uzandığında sizi bulabilmeliyim. Gözlerimi kapatıp o an sizin ruhunuza girebilmeli ve sizi hissedebilmeliyim. Kokunuzu içime çekebilmeliyim. Alıp yıldızlara götürmelisiniz, sabahı karşılamalıyız ve ilk ışıklarda yitip gitmeliyiz o günün akşamına kadar. Bakarken yeryüzüne dudaklarınızdan içeceğim bir yudum ölüm olmalısınız. Hep aklımdasınız ladessiniz, düşüncelerimi çalanım, yolunu beklediğim, doyamadığım...

Meleğiniz olmalıyım, her gece siz istemeseniz de sizi kollayıp kimsenin sizi incitmesine izin vermemeliyim. Beni yaşamaya başladığınızda size yollanmış bir ödül olduğumu anlayacaksınız. Ve kendinizi şanslı göreceksiniz yanınızda varlığımı hissettiğiniz için.

Size bunları yazmaya karar verdiğim sabah pencereyi açtım ve içeri dolan değişik bir koku vardı, anlayamadım. Dedi ki kuşlar “bu aşkın kokusu”. Ve cıvıldamaya başladılar sabahın o güzel kızıllığında. Ne güzel değil mi, kuşlar "cik cik". Allah’ım ne güzel ne güzel bahar gelmiş. Anladım ki benim baharım da gelmiş kalbime, hoş gelmiş. Ben neyleyim şimdi. Nerelere gideyim. Şimdi nereden çıktı bu adam bu aşk diyemiyorum gözlerimde ışık yüzümde gülümseme oluyorsunuz. Kalan ömrümde ne güzel yakışacaksınız bana. Yüreğimi yüreğinize teslim edeceğim gün yakındır.

Hey benim biriciğim, GÜZEL ADAMIM.

Bir gün bana bir papatya fotoğrafı yolladınız ve arkasından baktığınızı söylediğiniz fal. Papatya falı ha. Hay allah hiç aklıma gelmezdi ama benim güzel adamımın aklına gelmiş. Ne kadar ince ruhlusunuz, ne kadar zarifsiniz oysa ki bırakın fal bakmayı bana doğru dürüst çiçek bile hediye edilmemiştir. Siz ki gezdiğiniz ormanda benim için arayıp tarayıp papatya bulmuşsunuz ve de fal bakmışsınız ... Enfes bir duygu biliyor musunuz.


Aklımın çıkarmaya çalıştığı
Gönlümün ucundan yakaladığı
Ve beni bırakacağa benzemeyen adam, güzel adamım… ne dersin… var mısın ?


Z/S

21 Mart 2008 Cuma

ÖLÜM SANA HAZIRIM


Fırlayacaksınız bir gece ansızın ter içinde
Düşecek aklınıza, kemirecek kurtlar

Hani sıcaktır her daim düşleriniz
Bu seferki soğuk
Ezileceksiniz bir köşede; çaresiz ve zavallı
İzin vereceksiniz beni sizden alıp götürmelerine

Dikseniz de düğmeyi yerine, zamanla eskir ipleri
Hayat üzerimizde bir döpiyes
İki yakamızı birleştirse de

Gelince vakti emredemezsiniz yıllara
Tükenir nefesiniz
Tükenir nasıl olsa

Yaşam da benzer bu sahneye
Önce alırsınız kucağınıza
Gömersiniz film son yazdığında toprağa

Tanrı katında aralıktır cennetin kapıları
Sırlar perdesidir bilinmeyene doğru
Sonunda kaybedilecek olan beden
Ruhunuz ödülünü toplamaya dair

Davetsiz misafirdir O, çalmadan girer içeri
Verilecek olan son bir nefes
Ölüm bu! gelme desen dinlemez ki!...
Pamuk ipliği kopuverir sonunda

Söyleyin!
Omuzlarda götürülen döner mi geri bir daha?...




z/s_

3 Mart 2008 Pazartesi

ŞEKER DEDE ve KÜÇÜK MARTICIK








Onu ilk Üsküdar iskelesinde martılara simit atarken görmüştüm. Demir parmaklıkların arasından onlara seslenerek simit parçacıklarını fırlatıyor ve kapışmalarını seyrediyordu. Güleç yüzünden sanki nur akıyordu.

Yaşlı adam emekli olduğundan beri her sabah aynı saatlerde evinden çıkıp, köşedeki gazete bayiinden gazetesini alıp, iskelenin önündeki simitçiden iki simit alarak parmaklıkların önündeki banka gelir ve iskelenin hemen önündeki büfenin çırağına eliyle işaret eder “ben geldim” dercesine çay isterdi.

Annesinin güneşin altında doğurduğu belli olan, kaşları neredeyse birleşmiş on altı yaşlarındaki kara yağız delikanlı memleketten orta okul bitince evli ablasının yanına İstanbul’a yollanmış ve köydeki anasına para yollamak için çalışmaya başlamıştı. Kalbi henüz kirlenmemiş, bakışları hâlâ çakmak çakmaktı. Yaşlı adam ile arada sohbet ederlerdi. Adam ona bildiği en derin mevzulardan bahsederek ufkunu açmaya çalışırdı. Bazen gazeteyi uzatır “gözlüğümü evde unutmuşum hele oku bakalım şurasını “ derdi. Bir eliyle de ceketinin iç cebini yoklar, gözlüğünün orada durduğunu hissedince eliyle sıvazlar ve oğlanın görmesini istemediğinden bir de ceketin dışından dokunurdu iç cebinin üzerine. Çocuk bu sayede okumayı unutmuyor ve en azından ülkemizde neler oluyor öğreniyordu. Yaşlı adam öyle facia, ölüm haberlerini okutmazdı, daha çok günlük haberler, sağlık, eğitim ve köşe yazılarını okumasını isterdi.

Ve sabahların gönlü şen şeker dedesi her sabah fazladan aldığı simidi eliyle küçük parçalara ayırır ve “gel” diye bağırarak denize doğru fırlatırdı. Martıların bildiği tek kelime bu olsa gerek, bende yıllar önce bu şekilde duymuştum. Balıkçılar tuttukları balıkları ağdan toplarken küçük olanları eleyip havaya atarlarmış ve “gel” diye de bağırırlarmış. Bu sesi duyan martılar sanki hipnotize olmuş gibi kanat çırpar ne atıldığını nereye düştüğünü bilmeden bodoslama dalgalara dalarlardı. Adam öyle sevinirdi ki suyun üzerine düşen simit parçalarını bir martının ağzında gördüğünde.

Martıların arasında özellikle tüylerinden ve parlak gözlerinden tanıdığı küçük bir martıcık vardı. Sanki yaşlı adamın ellerinde büyümüş gibiydi. Hiç dokunmadan hiç öpmeden uzaktan bir sevdaydı sanki. Banka oturduğu anda hemen iskelenin köşesindeki direğe konuverirdi küçük martıcık. Geleceği saatleri bilirdi. Her ikisi de o saatlerde Üsküdar iskelesinde olmaya öyle alışmışlardı ki. Martı adamın üstünde döner sanki dans edercesine kanat çırpar, hareketleriyle ve attığı çığlıklarla sevgisini anlatırdı. Adamın haberi olmamasına rağmen martıcık onca zaman hiç kimsenin verdiği yiyecek için uçmamıştı, arkadaşlarıyla yarış da yapmamıştı ve yememişti.

Her sabah yolunu gözlerdi yaşlı adamın, yolunu gözleyen sadece martılar değildi. Cumba kapısından itibaren yürüdüğü sokaklardaki tüm pencere çiçekleri, tüm salkım söğütler, mahallenin çocukları şeker dedenin yolunu beklerlerdi. Eğer bir sabah geçmese çiçekler ve ağaçların dalları aşağı sarkar, çocukların neşesi kaçardı. Çocuklara şekerler dağıtır, başlarını okşardı. Çiçeklerle konuşarak yoluna devam ederdi.

Her sabah erkenden kalkar sanki bir dostuyla buluşacakmış gibi en temiz kıyafetlerini giyer, sinek kaydı tıraşını olur, “ unutmabeni” kolonyasını sürerdi. Evden çıktığında sardunya, menekşe ve akşam sefalarıyla günaydınlaşır, onlara güzel birkaç kelâm etmeden geçmezdi. Söğüt ağaçları, akasyalar ve köşedeki ceviz ağacı sanki kol kola girer şarkı söylerlerdi keyiflerinden yaşlı adam oradan geçerken. Varlığıyla yokluğu bir olan mahallenin gazi köpeği ise hayalet gibi nereye gitse peşinden giderdi. Yaşlı adam her nerede oturursa iki metre uzağında dizlerinin üzerine çöker ve bir saniye olsun gözlerini onun üzerinden ayırmazdı. Sanki üzerine titrerdi. Kimsesiz değildi yaşlı adam, baksanıza çiçekleri, ağaçları, çocukları, köpeği, martısı vardı. Ve çoğunu dillendirmediği nice anıları…

Bir sabah ne o eski taş binanın kapısından dışarı çıkan oldu ne de pencereler açıldı. Ondan sonraki günde. Şeker dede de ortalarda görünmedi. Çiçekler solmaya, ağaçlar dallarını aşağı doğru sarkıtmaya başladı. İskelede her sabah onu göremeyen komşuları birbirlerine sormaya başladılar. En çok da martısı yolunu gözlemekteydi. Günlerdir hiçbir şey yemeden sadece havada dönüp duruyordu. Artık sesi çıkmıyor, uçarken dans eden hareketlerini de yapmıyordu. Sadece o banka bakıyor ve o bankın etrafında dönüp duruyordu. Yorulduğu zaman üzerinde kuş yuvasının bulunduğu iskeledeki taş betonun bitip de denizin başladığı köşedeki direğin üzerine tünüyor ve enerji toplamaya çalışıyordu.

Evimizin köpeği de yıllar önce babamın hastalanmasını takiben hastalanmış ve 4 ay bitiminde babamdan birkaç gün sonra ölmüştü. Bütün hayvanların hislerinin çok güçlü olduğu bilindik bir şeydir.

Denize simit atan her kişide şeker dedesini arar olmuştu martıcık. Artık günler geçmişti ve tâkati kesildiği o gün yine direğin üstüne konmuştu. Diğer martılara belli etmeden iniltiler çıkarıyor gözyaşı döküyordu. Birkaç saat daha geçti, artık martıcık açlıktan bitap vaziyette iskelenin hemen bitimindeki demir tellerin ardına düşmüştü. Kafasını kaldırmaya çalıştı şeker dedesinin sürekli oturduğu banka doğru baktı. Evet evet bankta birileri vardı, dikkatini toplamaya çalıştı, çaycının çırağına bir şeyler söylüyorlardı. Duydukları onu yerle bir etmişti. Adamlardan biri “ hani şeker dedeniz var ya her sabah buraya gelen, işte onu komşuları ölü bulmuşlar. Adamcağız kalp krizi geçirmiş ve oturduğu koltuktan kalkamamış.” diyordu.

Martıcık son bir hamle ile iyice tellere yaklaşıp konuşmanın devamını dinlemek istedi lakin vücudu kalkmıyordu.

İskeleye yanaşan vapurdan inenler arasından on beş yaşlarındaki haylaz olduğu gözlerinden belli olan fıldır fıldır bir oğlan çocuğu martıyı gördü, o yöne doğru ilerledi. Etrafına bakındı atacak bir şey aradı, sonra yol boyundaki çiçekliklere doğru ilerleyip yerdeki boş bir gazoz şişesini eline aldı. Geri döndü ve martının bulunduğu tarafa doğru fırlattı. Demirlere çarparak kırılan şişenin dip kısmı yerden sekti ve martının tam üzerine hızla çarptı.

Ne canı vardı ki zaten, zavallı çarpmanın etkisiyle yuvarlandı ve denize düşüverdi. İstese kanat çırpar suyun üstüne çıkar uçardı. Ne var ki şeker dedesinin acı haberi ile zaten sarsılmıştı. Artık yaşamasının gerekli olmadığına karar verdi ve kendisini sessizce sulara bıraktı.

Z/S

21 Şubat 2008 Perşembe

isim koyamadım

Üvey sevgilerden kaçtım bu gece…

Sahte dostluklardan, özensiz sevgilerden de uzaklaşmalıydım.

Aslında uzun zamandır geri çekiyorum kendimi ama içimdeki o melek hep güzellikleri gösteriyor bana ve yumuşuyorum. Faydalanmak isteyenlerin bile kalbine doğrulukları ekmeye çalışmakla geçiyor ömrüm. İnsan olmak demiştik her seferinde, insan görüntüsünde olmak yada ağzında insanlığı sakız yapanlardan olmak değil. Kaçtığım; dostlarım, sevdiğim erkek, iş ortaklarım, ve yüzünde maske takıp gezenler, sizler, hepiniz…

Kimisi gerçekten insan olmanın kurallarını iyi biliyor ve çok güzel oynuyor, kimisi biliyor ama uygulamaya gelince beceriksizleşiyor, kimisi umursamıyor bile… Ha içlerinde bu işi lâyıkıyla yapanlar yok mu, var tabi ki onlara sözüm yok, onlar kendini bilen insanlar.

Canın acıdığında hıçkırıklara boğulursun ama anlamaz karşındaki ve sana garip bir gözle bakar “ neler oluyor canım, şimdi niye ağlıyorsun” der. Yüzüne bakarsınız ve birden yine gömülürsünüz hıçkırıklara. Anlamamıştır sizi ve en acısı anlamak için çaba bile göstermemiştir. Sizi suçlamıştır kuruntu yaptığınızı düşünerek. Gereksiz yere dert edindiğinizi düşünür, çünkü ruhunuza inemez, aslında eline verdiğiniz anahtarla kalbinizi açmasını başaramaz.

Sorun kimin ne yaptığı değil kimin neyi yapamadığı nerde eksik kaldığıdır. Dost diye kucak açtığın ama sadece sen selam verince selamını alanlar olmamalıdır. Sen aramadığında seni merak etmeli ve bir telefon açmalı, gelebilirse yanına gelmeli, uğramalı ruhuna. Hayatındaki değişimlerde senin yanında olmalıdır. Seninle gülmeli seninle ağlamalıdır. Ne kadar klasik sözler değil mi ama ne kadar doğru ne kadar anlamlı. Senin canın yandığında o da içinde hissetmeli ve seninle birlikte olmak için çaba harcamalıdır. Ya sevdiğin adam, seni her şeyin üstünde tutmalı, her şeyin önüne geçirmeli, her an seninle olabilmek için çaba göstermeli, riskleri göze alabilmeli, ağzını açmadan senin bakışlarından ne demek istediğini algılayabilmeli. Üzerine titremeli değer vermeli, sözle değil davranışları ile de belli etmeli. Nerede o kadar duyarlı sevgililer. Ya işine gelmez seni anlamak ya da kafası dağınıktır. Sen ağlıyorum dersin “bir dakika bekle” der. İki kat çıldırırsın çünkü tam tersi konumda olsalar üstüne gidip sakinleştiren, ellerinin tutup sarmalayan, ruhunu okşayan taraf hep biz oluruz. Çünkü yüreğimiz dayanmaz, kıyamayız. Onlar öksürünce sizin ciğeriniz acır, üzülünce sizin içiniz parçalanır. Var mı acaba sizin gibisi…

Yaptıklarının arkasında duranları çok severim. Hatasını kabul edenleri ve en kısa zamanda özür dileyebilenlere de bayılırım. Ama karşına gelip de “ ben ne yaptım ki şimdi” diyenlerdenseniz lütfen uzak durun benden. Bir tatlı söze kurban olanlardansanız doğru yerdesiniz, sevgisini size sınırsız akıtan ve riyasız gösteren bana eğer inanıyorsanız kalbimde yeriniz hazır. Üzerinizde yalan hırkası olmadan gelin, kapım açık hepinize. Tertemiz hislerle anlatalım, dosdoğru sohbetler edelim.

Son olarak da birbirimizi kırmaktan hep korkalım. Özen gösterelim özellikle en yakınımızdakilere ve en çok değer verdiklerimize… Doğru kelimeleri kullanmak için çaba gösterelim, düşünmeden konuşmayalım ve hemen kırılıverecek kanatları olduğunu unutmayalım.

Sevgi bir su damlası kadar kısa görünse de onun kadar hayat vericidir. Su gibi geçen zamana…



Z/S_

14 Şubat 2008 Perşembe


Sevgililer Günü'nün Öyküsü
Aziz Valentine'ın öyküsü III. Yüzyıl'dan gelir. O dönemde Roma tahtında İmparator II. Claudius vardı, "Zalim" adıyla tanımlanan Claudius aşırı savaş ve askerlik tutkunuydu, her yetişmiş erkeğin muhakkak asker olmasını istiyor ve kimseye göz açtırmıyordu.

EVLİLİĞİ YASAKLADI
Öylesine ileri gitmişti ki, askerliğe engel oluyor düşüncesiyle evlenmeyi dahi yasakladı. Gençler şaşkındı, kimse sevdiği ile beraber olamıyor, Roma kenti sayısı gittikçe artan ve uzak ülkelerde ölen sevgililerinin ardından ağlayan kadınlar ve kızlarla dolmuştu. Kısacası aşk yasaklanmıştı. Bu sıralarda İmparator tüm Romalılar'ın 12 tanrıya tapmalarını aksi şekilde davrananların ve özellikle de Hıristiyanlar'la ilişkiye girenlerin ölümle cezalandırılacaklarını emretti.

Bu emre uymayanların arasında Aziz olarak kabul edilen filozof Valentinus'da vardı, gezerek dinsel vaazlar veriyor ve İmparator'un hatalı olduğunu anlatıyordu. Sonunda yakalandı ve hapse atıldı. Valentinus'un hapiste olduğu günlerde yaşananlar efsaneye dönüşerek günümüze kadar ulaşmıştır.

ÜZEL JULİA VALENTİNUS'A GİDER
Hapishaneyi korumakla görevli gardiyanın kızkardeşi Julia'nın gözleri doğuştan görmemektedir, gardiyan Valentinus'un anlattığı İsa ilgili öykülerin arasında körlerin gözlerinin açıldığını öğrenince, kardeşini gizlice Valentinus'un yanına getirir. Julia çok güzel ve zeki bir kızdır. Günlerce beraber olurlar, Valentinus ona Roma tarihini, doğanın yapısını, aritmetiği ve Tanrı'ya yönelmeyi öğretir. Julia, dünyayı Valentinus'un anlattıklarıyla görür, onun bilgeliği ile aydınlanır, güçlenir ve teselli bulur.

Bir gün sorar;
- "Valentinus, Tanrı gerçekten dualarımızı duyar mı?"
Aziz gülümser;
- "Evet, herbirini."
Julia;
- "Her sabah ve her gece ne için dua ettiğimi biliyormusun? Görebilmek için dua ediyorum, senin bana anlattıklarını görmeyi çok istiyorum.",
Valentinus;
- "Tanrı bizim için en iyi olanı yapar, yeter ki buna inanalım."
Julia, yere diz çöker ve;
- "Böylesine inanmak istiyorum, yardım et."
Beraberce duaya başlarlar. Birden hücrenin içersi altın renkli bir ışıkla aydınlanır ve Julia haykırır;
- "Valentinus, görüyorum, görüyorum."

14 ŞUBAT'TA ÖLDÜRÜLÜR
Valentinus duaya devam etmesini söyler. Ertesi gün Valentinus'un ölüm emri gelir, Aziz Julia'ya son bir not yazar, Tanrı'ya hep yakın olmasını öğütler ve notun altını "Senin Valentine'ından" diye imzalar. Mektup, ertesi gün Julia'ya ulaşır, o günün tarihi 14 Şubat 270'dir. Valentinus, sonradan Papa I. Julius tarafından "Porta Valentini" adı verilen bir kemer kapısının altına gömülür (Şimdi orada yani Roma'da Praxedes Kilisesi vardır.)

Julia, mezarın yanına pembe çiçekler açan bir badem ağacı diker. Günümüzde sevginin ve dostluğun simgesinin badem ağacı olması buradan kaynaklanır.

GENÇLERİN İLK CİNSEL DENEYİMİ
İşin aslına bakılırsa, 15 Şubat tarihi Roma tanrıçalarından Februata Juno adına yapılan kutsama töreninin günüdür; birbirleriyle ilk kez cinsel ilişkiye girecek gençlerin adlarının yazıldığı parşömenler, o gün tanrıçaya sunulurdu. Papalık daha sonra yasaklanan bu geleneğin yerine, azizlerin adlarının yazılı olduğu listeleri sergilemeye başladı.

Biz yine Roma'ya dönelim. 15 Şubat'ta kutlanan gençlerin aşk festivalinin özgün adı Lupercalia'dır, geleneksel olarak hediyeler verilirdi. Kuşların çiftleşme döneminin başlangıcı kabul edilen Şubat ayı döneminde, gençler de onları örnek alarak eşleşirlerdi. Hıristiyanlığın güçlenmesinden sonra, Pagan inançları yasaklandı veya yerlerine Hıristiyan versiyonlar getirilmeye başlandı. Aziz Valentine Hıristiyanlığın simgesi olan sevgi ve evlilik kuramı ile kişiselleştirildi, onun Lupercalia Festivali'nin arifesinde öldürülmüş olması iyi bir raslantıydı, böylece Roma'nın bereketlilik ve döllenme kutsamalarıyla, Hıristiyanlığın evlilik ve çoğalma ilkesi bütünleştirilmiş oldu. Amaca ulaşılmıştı.

Günümüzdeki yorumuyla "St Valentine" yani Sevgililer Günü, Roma'daki gibi sevenlerin birbirlerine sevgilerini Valentinus'un son mesajında olduğu gibi küçük kartlar ve hediyelerle sunmaları şeklinde kutlanmaktadır. Aslında kökende yine birleşme, bütünleşme ve çoğalma güdüsü yani bereketlilik vardır. Aynı zamanda da, Tanrısal aşkla, dünyasal aşkın birleştiği yer, Julia'nın öyküsünde olduğu gibi birleştirilir. Ama ilginçtir ki, aşkı yasaklayan bir despotun binlerce yıllık anısı, Kozmik Şakacı'nın oyunuyla artık aşk yüzünden akla gelmektedir.

10 Şubat 2008 Pazar

CAN SUYUM


_Niye sonbahar hep hüzün söyler
 ayrılıkları doğurduğu için mi?_


bilindik mevsim
saklanmış sarı yaprakların altına hüzün
bir ses verse bulacağım yerini
ne teslim olmuş bağ bozumuna
ne de gökyüzüne göğsünü germiş
mavi beyazı sarmış sırtına
güneşe dökmüş sararsın diye anılarımı

önümde kıvrılırken sahil yolu
Ege’nin dalgasında boğuldu martıların çığlığı
“gitmeyin” diye haykırdı güneş
“ayrılık o yolun sonu”

“ah! dili olsa da konuşsa mı” demiştik şarkıların
anlamış hallerimizi radyo, pusudaymış
dinledik eski zaman aşklarından
kulağımızdan kalbimize üflenen güfteleri
bilmezdim bu kadar yürek yaktıklarını
hele o son şarkı göğsümde asılı bıraktı sancını
yol boyu göz pınarlarım çağladı

“kimler geldi hayatımdan kimler geçti
hiçbirisi senin kadar sevilmedi”

hüzzâm günleri kovalarken zaman
özlemlerim başladı daha sen yanımdayken
ayrılık yağmur bulutuydu üzerimde

yalnız kalmasın diye sen yanım
acıyı dizdim sislerin ardına
kan oturdu yangın yerime
yasladım yıldırımları gözyaşlarıma
boğdu beni akmadı ırmağım
harmanım, çaresizlik buzuldan bıçak sırtı
yordu ikimizi de sessiz direnişimiz
"gitme" diyen dilim suspus şimdi
zaman mum misali…

siyah saten geceyi sarınca sevişmelerimiz
kopamadığım incir dudakların geldi aklıma
baharat teninin kokusu sinmiş üstüme
şimdi, sen giderken bensizliğe
dudağım yanıyor büyüyen ateşinle

eyy ruhum!
ne renktir şimdi hayat
belki gri, belki buz mavisi
bazen bilmek de istemiyorum

durdursun biri şu yolu
söksün akreple yelkovanın kalbini

ah cansuyum
ne gerek vardı şimdi
gitme vakitlerine zamansız gömülmenin
nereden çıktı bu buhranlı yolculuk
bilirim her gidişin bir dönüşü vardır
bu seferki sırılsıklam bir veda

gitmeyenim olmalıydın
yakamozlar gamzelerime düşmeliydi
vedalar düğümlenmeliydi halata
dolunay bizi anlatmalıydı maviye
denizkızları serçe yüreklerine koymalıydılar
mis kokan bir demet aşkı

yolcusun
durma, bakmadan git ardına
can pınarımdaki su gibi ak
her gönlüne düştüğümde
anılar saçılsın düşlerine
mahzenimde sakladığım çığlıklar
yırtsın gecelerini

yine semaya kilitlenmek istediğinde
bil ki bütün kapılarım açık
sırça yüreğim
seni istiyor, s e n i b e k l i y o r


_” Ağlamayacağım” demiştim.
Sözümü tutamadım, affet sevgilim._


....

Z/S_

TOZLANMIŞ ANILAR 1



Çok sevdiğim teyzemi kaybettim geçenlerde, ilk zaman evine giremedim ne bileyim zor geldi onsuzluk. Yalnız yaşadığından mıdır bilmiyorum evin her yerinde sadece onun anıları vardı. Bir gün kardeşim ve kuzenlerimle birlikte evde kalan eşyaları toplamaya ve ne yapacağımıza karar vermek için teyzemin evine gittik. Onun çok değer verdiği kitaplarına bakarken buldum kendimi. Ne çok kitabı vardı, hepsi de son derece düzenli ve tertemiz kullanılmıştı. Kitaplığın iki metre yüksekliği ve beş metre eni, kocaman gözleri vardı. Sol tarafında da iki çekmece gözüme çarptı. Alt çekmeceyi açtığımda iki adet kutu geçti elime. Önde duranı aldım, çalışma masasının koltuğunu kapıya sırtını verecek şekilde çevirerek oturdum. Önce tedirgin oldum ama merağımı yenemedim ve yavaşca kucağımda tuttuğum kutuyu araladım.


Hepimizin yıllar öncesinden kalan, bizim için önemli olan eşyaları sakladığımız bir sandık odası, çatı katı vardır. Belki yaşadığımız zaman içinde aklımıza her geldiğinde çıkarıp baktığımız, bazen de biz öldükten sonra aileden birilerinin eline geçen, gözyaşları arasında dokunduğu özel eşyalarımız. Hele bir de yılların tozunun bile içindeki ışıltıyı yok edemediği ilk günkü heyecanını saklayan notlarımız, mektuplarımız yok mu? İşte kutuyu kurcalarken elime böyle bir mektup geçti. Yüzümü ateş bastı, ellerim titremeye başladı. Hâlâ ilk günkü gibi kokan, teyzemin parfüm kokusu üzerindeydi, oh mis gibi. Mektubu yırtmadan açmak için çok zorlandım. Mektup kağıdı hafiften sararmıştı fakat öyle özenle katlanmıştı ki iyice heyecanım arttı. Gözlerim ilk satırlarda gezinmeye başladı ve devamını okumaktan kendimi alamadım. Bir bir boğazıma düğümlendi kelimeler. Ne kadar doğal yazılmıştı duygular tam da yaşandığı gibi. Gözyaşlarımın bile daha fazla anlam taşıdığını farkettim... Birden yazılanları sanki yaşamaya başladım. Sırtımı yasladım ve gözyaşları arasında okumaya devam ettim.



Güzel adamım...Erkeğim...


Yanımda olmanın hayaliyle ve o bordo şalı sen diye sarıp koklarken, bir de bakıyorum tek başımayım. Yalnızlığımı göğüslemişim, yürüyorum, savaşıyorum sensizlikle... Çırpınıyorum...

Seni her düşündüğümde heyecanlanıyorum, yüzümde güller açıyor ve hatıralara dalıp gidiyorum.
Hani ilk karşılaştığımızda nasıl da titremiştin bütün gece. Ben de sarsıldığımı hissetmiştim. Biliyor musun tertemiz duyguların hâlâ var olduğunu ispatlamıştın bana. Yüzüme bakamamıştın hatırlasana. Kızarmıştı yanakların. Göz göze gelince gülüşmüştük. Heyecandan sadece elimi tutabilmiştin o da ürkerek. Elini avucumda hissettiğimde sanki bir kuş misali çırpınıyordun. Senin bu halini çok sevmiştim. Bir saniye bile yanından ayrılmama tahammülün yoktu. Ne elimi bıraktın ne de dudaklarımı. Geç de olsa yakalamıştık bir ucundan aşkı...

İçim dışım hep sen olmuş, sarmış sarmalamışsın benliğimi, gidemiyorum bir türlü. Yalnızlık da terketmiyor beni, yapışmış eteğime. Şimdi öyle uzaklardasın ki seni hayal ederek günlerimi geçiriyorum. Kulaklarımda sesin, ellerimde ellerin, dudaklarımda dudakların. Hâlâ seni her düşündüğümde ve adını anımsadığımda vücudumu ateş basıyor, arzularım doruklara tırmanıyor.

Kaç kişi kaldı hâlâ tertemiz aşkla tutuşan, yaşanması hayal olan birçok duyguyu, masallarda olur dediğimiz heyecanları paylaşan ve söyle kaç kişi sevdiğini göreceği ana kadar heyecandan sararıp solan. Bir gece önceden buluşma heyecanıyla gözüne uyku girmeyen. Göğsünün ritmine ayakları bile yetişemeyen...

Hey koca çınar. "Sen nereden girdin hayatıma nereden" derken "İyi ki geldin gönül bahçeme" dedim "Hoş geldin erkeğim hoş geldin" dedim...

Bana her “güzel kadınım” dediğinde beni yerle bir edip öldürdün. Ve niye bilmiyorum ama her seferinde biraz daha bağlandı gönlüm sana.

"Güzel kadınım " " Kadınımmm" ah ne kadar güzel bir söz. Daha önceden neden farketmemişim bunca sardığını bu kelimenin beni. İçimde nasıl da hazırmış yeri. Nasıl da sahiplendim senin kadının olmayı...

Kim bilir belki de ilk defa bana içten gelerek söylendiğini hissetmiş olabilirim…
" Kadınım" dediğinde sanki sıkı sıkı sarıyordu, göğsüne dayayıp içine sokuyordu, ne büyük ne anlamlı kelimeydi. Şimdi öyle özlüyorum ki bana “kadınımmm” demeni.

Gözümü dünyaya yeniden seninle açmış hissindeyim. Ömrümün yeniden başlangıcısın. Soğuk günlerimin ısıtan duygususun. Güneşim desem yetersiz kalır. Bitmiş filmimin başa sarma sebebimsin.
Yeniden içimde hayaller kurduran, çılgınlıklar yaptıran, delirtensin... Hem hüzün veren hem de bu kadar özlenen sevgili de sensin...

Ne yazık ki hep uzağımdasın, ama bil ki; yanımdasın. Bazen ellerimi uzatıyorum, tutmaya çalışıyorum ellerini, birden hayal olduğunu farkediyorum. Bazen de “hadi gel istiyorum seni” dediğimi farkediyorum sessizce. “Geliyorum” diye bir ses, bakınıyorum bu nasıl mümkün olur diye. Işte tam o anda beni arıyorsun duymuş gibi. Seni içimde hissediyorum çoğunlukla, inan ki gerçek gibi.

“Mazide sevda” dendiğinde, anlamsızca yüzünüze bakan da bendim. Daha sonra yıllar ilerledikçe “sevdalanmak” dendiğinde içimde bir kıpırdanma başlayan, utanan, yüzü kızaran da bendim...

İçindeki acıyı, sevinci onca uzaktan hisseden de bendim.
Sen benim ruh eşim misin yoksa?

Ne şarkılar tükettim dilimde. Ne kokun gitti burnumdan. Ne de sıcaklığı ellerinin.... Bırakamadım... Gidemedim. Sana ait her ne varsa benliğime kazıyıp da gittiğini gördüm.
Hele ki dudakların yok mu... ”Öldüm de cennette miyim” dedim her seferinde... Kopamadım... Doyamadım...

“Burası öyle soğuk ki günlerdir. Gelirsen şapkanı almadan gelme olur mu? Eldivenlerini de al, hatta yeni aldığın botlarını giy. Tam zamanı işte gelmenin, kışın ortasındayız. O deli olduğumuz kar çağırıyor, çığlıklarını duymuyor musun bizim için attığı. Sevgilim sahi bana da bir şapka alırmısın gelirken. O çok sevdiğim şapkam vardı ya kayboldu da...”

Her düşen kar tanesinde seni arıyorum. Sesini, kokunu, yumuşaklığını ve biliyor musun elimde eriyip gitmene kıyamıyorum dayanamıyorum?

Hani haberlerde "Ankara sokaklarında kar yağıyor. " " Şimdi sevgililerin bu romantik havada el ele gezme zamanı " demişti spiker.

Divane olduğum kar yağarken aşk şehrimde olmalıydım. Neresiydi aşk şehrimiz, ne anlamı vardı bizim için. Bizi ve aşkımızı taşıyan şehir, sevdamıza şahitlik eden şehir. Sevdiğim adamı bana kavuşturan şehir... Ve ne acı ki seni benden alan şehir...

Kar yağdıkça sanki üşüteceğine içimi yakıyor, özlemlerimi depreşiyor. Yağdıkça sokaklarda haykırasım geliyor aşkımızı... O kadar güzel ki manzara, sokaklara taşmış insanlar. Kim bilir benim gibi sevdiğinden uzak kaç kişi düşen kar zerreciğinde arıyordur kavuşmayı. Hasretin böylesi acıttımasına karşın, dost elini uzatmış kar tanesi.


Kar’ın altındayım şimdi... Bağırıyorum içimdekileri sana dair... Sesim mi gelmiyor hayırdır? Niye kimse beni dinlemiyor? Sokaklarda koşuyorum, duyarsın belki diye çığlıklar atıyorum... Sen de duymuyor musun? Neler oluyor çok yalnızım yine, hem de onca kar tanesinin arasında. Dokunup geçiyorlar yüzümü ama birçoğu sanki sözleşmişler gibi kirpiklerime tutunuyor... Süzülüyorlar sonrasında yanaklarımdan. Tutmaya çalıştığım yanağımdan süzülerek akan kar tanecikleri değil zamanın ta kendisi, ne yazık ki yetişilmiyor zamana, gölgemin önünden kaçıyor ben kovalıyorum. Yine beni yendi zaman denen girdap. Yine kar taneleri yok oldu. Yine sensizim, nerdesin yârim nerdesin gül kokulum...

Tarihleri şaşırdım artık. Saymayı unuttum. Geleceğin günlere dair hayaller kurmaktan, kurduğum hayallere dalıp içinden çıkamamaktan... Ve bitmeyen günleri takvime işaretlemekten...

Hani sana son yazdıklarım vardı, anlatmıştım orada tüm yaşadıklarımızı. Biz istemesek de ayrılmak zorunda oluşumuzu... Üşüyorum demiştim, işte o üşümeler var ya... Ben o gittiğin zamandan beri hiç ısınamadım sevgilim....

Senin güzel kadının...






Satırlar sona erdiğinde hiç bitmesin istemiştim ve gözlerimden akan yaşların farkında değildim. Diğer odalardan sesler geliyordu kardeşim ve kuzenlerim olmalıydı, kimsenin beni bu halde görmesini istemiyordum. Beni çok uzun zaman etkisinde bırakacak olan bu mektubu şimdi yine aynı şekilde katlıyorum ve sessizce yıllarını geçirdiği sandığa koyuyorum, sandığı da bundan sonraki zamanını benim evimde geçirmek üzere kolumun altına alıp odadan çıkıyorum.


Yaşanması imkansız olmayan ama çok da zor bulunan böylesi temiz nice sevdalara...

Z/S

31 Ocak 2008 Perşembe

SANA DAİR KUTLAMA 31-OCAK-2008

Bir kaç sn sonra müzik çalacak ...kaçırmayın derim...








Yıllar önce hatırlar mısın bana bir doğum günümde küçücük bir kutu vermiştin. Kuyumcuların en ufak altın karton kutularındandı. Hediye kağıdı ile kaplanmış ve süslenmişti. Oldukça şaşırmıştım, nasıl olmuşta küçük kardeşim (14 yaşın altında) altın almıştı bana diye.

Heyecanla kutuyu açtım ve şaşkınlığım iki katına çıktı…
İçinden altın yerine altından daha değerli olan bir şey çıktı…
Kalp şeklinde iki sayfalı bir not kağıdı,
İçinde bana verdiği değeri ve sevgiyi anlatan bir not. Bu küçük kutunun içinde bana olan sevgisinin dünyalar kadar olduğunu anlatıyordu.

Hediye alacak harçlığı olmadığını ve bana bunu elleriyle yaptığını söylediğinde gözlerim dolmuştu… Yıllar sonra içi boş gibi görünen ama oldukça büyük sevginin içine sığdığı bu küçük kutuyu buldum… Ve daha çok kısa süre önce sana da gösterdiğimde yaşanan mutluluk da çabası…

Her abla kardeşin anıları vardır ama bizim çılgınlıklarımız sayfalara sığmaz…
Şu anda aklıma gelen anılarımızdan bir kaçı;İstanbul seyahati, capella maceraları, bir şişe Artic’in halının üstüne dökülmesi, Bursa Karacaali, telesekreter kasetleri, …o kadar çok paylaştığımız acı tatlı yaşanmışlıklarımız var ki…ömrümün sonuna kadar unutmayacağım…

Nice nice yıllara…
İyi ki varsın…
İyi ki kardeşimsin…

NOT: azıcıkda senin özellikleri anlatayım dedim...
dünyanın en güzel kızı, çok zarif, dik kafalı, biraz huysuz, sabahları tersinden de kalksa iyi kalpli, çok neşeli ve son derece yetenekli, taklit yeteneği olan, çok komik, sanata düşkün...anne olmak için en son aday olmana rağmen 4 yıldır başarıyla prenses anne olabilen...
gülüşüne kurban olduğum, annemin hâlâ minik kızı, evimizin neşe kaynağı...






RAHMETLİ BABAANNEM VE BİZ ÜÇ KARDEŞİZ...ZERRİN, ENGİN, BERRİN

26 Ocak 2008 Cumartesi


MUTLULUK ELİMİZDE

Mutluluk aranmaz … bulunmaz da
Yaşanır düşünmeden öylesine
Bırakılır beden ılık bir nehire

Mutluluğun tarifini vereyim mi size?
Derin derin bir nefes çekin önce
Dikin gözlerinizi sonra masmavi semaya
Fırlatın bakışlarınızı bembeyaz bulutlara (grileşmeden)
Kartallarla paylaştığınız gökyüzüne
Martılarla dans ettiğiniz mavi denize
Saklambaç oynadığınız yemyeşil bodurlara
Selam söyleyin mutluluk adına
Adını koyamadığınız, buram buram toprak kokan
İyot kokan, aşk kokan
O nefis havayı çekin içinize bir daha, bir daha, bir daha

Mutlulukla randevulaşın herhangi bir köşebaşında
Beyaz bir gül takın yakanıza
Sakın geç kalmayın ertelemeyin mutluluğunuzu
Kahkahalar atın hayata, inadına, inadına, nispet yaparcasına
İçinizde mezat salonu kurun
Kalbinizden binlerce kelebek uçurun
Midenizde sirk kurun filler koşturun
Ruhunuzda nergis demetleri
Altı su alan Herby’niz





Çocukluğunuzun geçtiği evin arka bahçesine gidin
Saklambaç oynayın kendinizle
Sevinin sobeleyin kendinizi, bir ikizinizi
Hem ebe olun, hem mutluluğa gebe ki
Kendiniz doğurun bebeği
Uçurtmalar kaçırın güneşe
Balonlarınız kovalasın kuşları
Peşi sıra isli camdan bakın koca parlak kırmızı topa
Kafa atın akasya ağacının alt dallarına
Hortumla ıslatın birbirinizi baştan aşağı
Zinciri atmış bisikletten yağdan eldiven yapın bileklerinize kadar
Belki bir daha o eldivenleri giymek için çok geç
Kim bilir...

Elinize geçirdiyseniz de sakın bırakmayın
Mutluluğa yakasından yapışın sıkı sıkı
Avucunuzu çok açarsanız kaçacak gibi
Çok sıkarsanız ölecek gibi
Yani kelebek gibi, benim gibi
Ama yine de uçup gitmesindense
Sıkın avucunuzu ki kaçamasın
Asılın kanadına şen kuşların
Güneş babanın faytonunu ödünç alın
Hediye dağıtın yoksul çocuklara
Çiçekler saçın mutsuz sokaklara
Kocaman gülümsesin ara yollar
Yansın pırıl pırıl lambalar
Altında genç aşıklar öpüşsün
Banklarında ihtiyarlar kucaklaşsın
Sözler ve gözler anlamını kaybetsin
Mutluluk parlaklığında
Avuç avuç saçın sevgiyi


Mutluluğu tarif edebilir misiniz bana
Ben edemem yaşarım
Hissederim
Coşarım kabuğuma sığamam, sığışamam...

Bulutları görünce yağmur için
Kuşları görünce mevsim için sevinirim
Aşkın kokusunu duyunca da kendim için
Duyabilince sesini müziğin
Dans eder pabuçlarım durduramam
Durdurmam
Ritim tutarım ellerim patlayana kadar...

Ve hâlâ aşka inandığımca inanırım sonsuz
Yaşayabildiğimce yaşarım
Kovalayabildiğimce kovalarım
Ta ki yorgun düşüp dizlerimin üstüne çökünce
Sıkı sıkı yapışmışız bir kere bırakmam
Siz de bırakmayın
Mutluluk elimizde
Mutluluk içimizde...





Ne neşeli bir barda, ne romantik bir parkta,ne de lüks bir restoranda...mutluluk sana en yakın olduğum anda…


Z/S

20 Ocak 2008 Pazar

İstanbul'da Ben... Ve...



Dalmışım…

Akşam güneşi gözlerimden, şarap sarhoşu ruhumun mahzenlerine kadar inmiş yine de benim dalıp giden ruhumu uyandıramamıştı. Birden "hadi kendine gel" diyen deniz otobüsünün düdüğü ile irkildim. Nasıl da dalmışım o güzelim boğazın sularına. Aşık olduğum kent nasıl da heybeti ile karsımda duruyordu. Ağlamaklıyım, boğazımda dizilen sensizliği hatırımdan çıkarmaya çalışıyorum. Yutkunamıyorum. Şayet yutkunursam gözyaşlarımı tutamayacağım diye korkuyorum.

Sabahın o maviden kızıla çalan eşsiz, ilk saatleri…

Oysa ki nasıl da güzel başlamıştım güne, heyecandan elim ayağıma dolanmıştı bavulumu hazırlarken. Aksilikler evden çıkmadan bir bir dizildiler yakama. Kaçırılan otobüsler, uçağın tehiri, İstanbul’a indikten sonra trafiğin kilitlenmesi ve toplantıya geç kalışım sıradaki zorluklarımdı. Tam sakinleştim dediğim anda gelen bir haber beni alt üst etmeye yetti de artı bile. Koruyucu bir kalkana ihtiyacım olduğunu düşünmeye başladım. Bildiğim tüm duaları okudum yığıldığım koltukta. Toplantı nasıl geçti, nasıl sonlandı hatırlamıyorum bile. Binadan çıkışım bile olaylı oldu. İlk gelen araca atladım nereye gittiğini bile bilmeden…

Derken kendimle baş başa kalmışım…

Birden yalnızlığımı fark ettim o koca kalabalığın içinde. Hiç kimseyi tanımadığımı ve gidecek yerim olmadığını düşündüm. Dikkat ettim de ertelenmiş mutlulukların yaşanmaya çalışıldığı ve hayatından memnuniyetsiz insanların telaş içinde koşuşturmalarına sahne olan bir şehirdi İstanbul. Aşık olduğum bu şehir. Bir dostum;” her şehir eğer bekleyen ya da beklenen bir sevgili varsa aşık olunacak şehirdir” demişti. Ne kadar doğru, ne kadar haklıymış.

Bilmediğim bir yöne sürükleniyorum…

Birden kendimi Beşiktaş iskelesinde buldum, bir ses beni çağırıyordu. Hani o deliler gibi görmek için çıldırdığım, yosun kokuları ve oynaşan dalgaları ile boğazın serin gibi görünen ışıltılı suları bana sesleniyordu. Kaybolan ümitlerim yeniden doldu yüreğime. Yürümeye başladım iskeleye doğru. Nereye gittiğini bile sonradan öğreneceğim deniz otobüsüne binmek için önce jeton aldım sonra tam kalkacakken atladım güvertesine.

An be an yaklaşıyorum…

İşte olmuştu binmiştim, yan güverteye geçtim, hem nemden hem de her gün defalarca tutulmaktan cilası gitmiş korkuluklara dayandım ve saçlarımı savurdum rüzgara doğru. Güneşin artık el sallayarak veda etmeye başladığı ve ışıklarını saçlarımın tellerine iliştirdiği anda yüreğimi buruk bir kalp ağrısı ezmeye çalıştı. Gözlerimin, bu şehrin en güzel yeri olması ve gün batımında kendini ispat edercesine derin bakmasına engel olamıyordum. Süzülen yaşların birinin adını hüzün diğerininkini de sevda koymuştum. Dalgalar çığlık atıyordu martılar başımda dört dönüyordu sevinçten. Bana ne de yakışıyordu deniz, martılar, gün batımı… Yüreğimin coşkusu yüzüme yansımış ve gülücükler dağıtıyordum artık.

Yolculuğumun sona erme zamanıydı…

Göz açıp kapayıncaya kadar Üsküdar’a geçmiştik. Akıp giden insan seline kapılıp iskele müdürlüğünde buldum kendimi. Yasak olduğunu bile bile denize daha da yakın olmak için tel örgülerin arasından sıyrıldım hayalet gibi. Nefis kokusunu biraz daha içime çektim gözlerimi kapayarak. Dışarıdaki kalabalığın gürültüsünü duymuyordum bile. Sonra gözlerimi araladım baktım etrafıma, ıslık çalarak taş betonu yalayan dalgaların bana ulaşmaya çalışırkenki heyecanını görmezden gelemedim, az daha yaklaştım. Elektrik direğinin üzerinde martılar takıldı gözüme. Biri kanatlanıp uçarken diğeri gelip kuruluyordu direğin tepesindeki yuvalarına. Bu böylece devam etti durdu. Martıların seninle beni canlandırdığını hayal ettim. Bir yuvamız var ve ikimizden biri mutlaka sahip çıkıyor. Çığlıkları bizim şarkımızı kulaklarıma fısıldıyordu.

"Sevemez kimse seni benim sevdiğim kadar
Sevgilim sen olmasan yaşamak neye yarar"

Güneşin göz kırparak en güzel rengini gösterdiği son dakikalar…

Usulca yedi tepeli şehrin bir tepesinin ardına gizlenmeye çalışan güneşin ılık kolları, martıların artık sessizleşen çığlıkları, dalgaların neşeli kahkahalarını bastıran deniz taşıtlarının çıkardığı çeşitli gürültüler dalıp gitmeme sebep olmuştu. Çalan düdükten sonra ancak kendimi toplamaya çalışarak rıhtımdan çıktım o hengameli kalabalığa doğru. Bakındım sağa sola tanıdık bir yüz ararcasına. Tanıdık gelen sadece havanın rengini değiştirdiği bu saatte evlerine gitmeye çalışan yorgun insanların son güçleri ile yürümeye çalışmaları idi.

Ben ise yine yalnızdım… Sen vardın bir yerlerde ama bana uzak, bana çok uzak… Çokkk…

Yüreğimin aktığı o an…

Birden çalan telefonum ve kaskatı kalan ben, karşımdaki; "İstanbul’dayım" diyen sen. Bana geleceğini, benim olacağını söyleyen sen. Yüreğimin çırpınışları o an da martıların kanat sesini bastırdı. Gözlerimden fırlayan çakmak çakmak bakışlar ve süzülen yaşın adı da sen. Titreyen ellerimle çok zor tutmayı başardığım telefonda sadece diyebildiğim; "evet evet gel… Üsküdar’dayım gel....... gel sevgilim gel…"


Z/S

15 Ocak 2008 Salı

SOBELENMİŞİM OY OY ..AYLİN DOKUNMUŞ...

ben küçükken: pek fazla hatırladığım birşey yok ama anlatılanlar kulaklarımızda yer etmiş sanırım...
çok akıllı bir çocuk, hareketli ama yapma deyince söz dinleyen...ailenin ilk ve tek kız torunu olmanın verdiği şımarılık da cabası...ve bir sabah babamın "bakın kiraz çıkmış ağaçta " " hadi toplayalım " diye bahçeye çıkardığı ve topladığımızı ancak yıllar sonra o ağacın leylak ağacı olduğunu ve bize süprız yapmak için tek tek dallara kirazları yerleştirdiğini öğrenmiştim...5 yaşında falanım bu arada...


aslında ben :Hayatı hep mücadele ile geçmiş, kendinden çok etrafındakileri düşünmüş, tuttuğunu koparan, kitabında imkansız diye bir şey yazmayan, yürekli, çılgın, aşka aşık, aklına eseni yapan, olmayacak şeyleri olduran, gezmeyi, yemeyi, içmeyi, alışverişi seven, her türlü ilginçliğe bayılan, sinirlenince gözü hiç bir şeyi görmeyen, pratik çözümler üretebilen,mutfakta değişik şeyleri denemeyi seven, hesap kitap işinden anlayan, başın sıkıştığında ilk olarak koşabileceğin, iyi bir dost, arkadaş ve yüreği bitmek tükenmek bilmeyen sevgi dolu

ilk kopyam: inanın hatırlamıyorum, çektin mi derseniz .heheee çekmem mi delisiniz...

en saçma huyum: off çok zor bir soru geçelim mi

bence cep telefonu: işim

aşk bence : herşey, yaşamın anlamı, olmazsa olmazım...birçok aşk var yüreğimde...Allah, motor, gitar, edebiyat vs.

sevdiğim bloglar: yeni yeni keşfediyorum daha sonra söyleyeyim...

ben kimi sobelesem ki? bulhazı sobeledim...