21 Şubat 2008 Perşembe

isim koyamadım

Üvey sevgilerden kaçtım bu gece…

Sahte dostluklardan, özensiz sevgilerden de uzaklaşmalıydım.

Aslında uzun zamandır geri çekiyorum kendimi ama içimdeki o melek hep güzellikleri gösteriyor bana ve yumuşuyorum. Faydalanmak isteyenlerin bile kalbine doğrulukları ekmeye çalışmakla geçiyor ömrüm. İnsan olmak demiştik her seferinde, insan görüntüsünde olmak yada ağzında insanlığı sakız yapanlardan olmak değil. Kaçtığım; dostlarım, sevdiğim erkek, iş ortaklarım, ve yüzünde maske takıp gezenler, sizler, hepiniz…

Kimisi gerçekten insan olmanın kurallarını iyi biliyor ve çok güzel oynuyor, kimisi biliyor ama uygulamaya gelince beceriksizleşiyor, kimisi umursamıyor bile… Ha içlerinde bu işi lâyıkıyla yapanlar yok mu, var tabi ki onlara sözüm yok, onlar kendini bilen insanlar.

Canın acıdığında hıçkırıklara boğulursun ama anlamaz karşındaki ve sana garip bir gözle bakar “ neler oluyor canım, şimdi niye ağlıyorsun” der. Yüzüne bakarsınız ve birden yine gömülürsünüz hıçkırıklara. Anlamamıştır sizi ve en acısı anlamak için çaba bile göstermemiştir. Sizi suçlamıştır kuruntu yaptığınızı düşünerek. Gereksiz yere dert edindiğinizi düşünür, çünkü ruhunuza inemez, aslında eline verdiğiniz anahtarla kalbinizi açmasını başaramaz.

Sorun kimin ne yaptığı değil kimin neyi yapamadığı nerde eksik kaldığıdır. Dost diye kucak açtığın ama sadece sen selam verince selamını alanlar olmamalıdır. Sen aramadığında seni merak etmeli ve bir telefon açmalı, gelebilirse yanına gelmeli, uğramalı ruhuna. Hayatındaki değişimlerde senin yanında olmalıdır. Seninle gülmeli seninle ağlamalıdır. Ne kadar klasik sözler değil mi ama ne kadar doğru ne kadar anlamlı. Senin canın yandığında o da içinde hissetmeli ve seninle birlikte olmak için çaba harcamalıdır. Ya sevdiğin adam, seni her şeyin üstünde tutmalı, her şeyin önüne geçirmeli, her an seninle olabilmek için çaba göstermeli, riskleri göze alabilmeli, ağzını açmadan senin bakışlarından ne demek istediğini algılayabilmeli. Üzerine titremeli değer vermeli, sözle değil davranışları ile de belli etmeli. Nerede o kadar duyarlı sevgililer. Ya işine gelmez seni anlamak ya da kafası dağınıktır. Sen ağlıyorum dersin “bir dakika bekle” der. İki kat çıldırırsın çünkü tam tersi konumda olsalar üstüne gidip sakinleştiren, ellerinin tutup sarmalayan, ruhunu okşayan taraf hep biz oluruz. Çünkü yüreğimiz dayanmaz, kıyamayız. Onlar öksürünce sizin ciğeriniz acır, üzülünce sizin içiniz parçalanır. Var mı acaba sizin gibisi…

Yaptıklarının arkasında duranları çok severim. Hatasını kabul edenleri ve en kısa zamanda özür dileyebilenlere de bayılırım. Ama karşına gelip de “ ben ne yaptım ki şimdi” diyenlerdenseniz lütfen uzak durun benden. Bir tatlı söze kurban olanlardansanız doğru yerdesiniz, sevgisini size sınırsız akıtan ve riyasız gösteren bana eğer inanıyorsanız kalbimde yeriniz hazır. Üzerinizde yalan hırkası olmadan gelin, kapım açık hepinize. Tertemiz hislerle anlatalım, dosdoğru sohbetler edelim.

Son olarak da birbirimizi kırmaktan hep korkalım. Özen gösterelim özellikle en yakınımızdakilere ve en çok değer verdiklerimize… Doğru kelimeleri kullanmak için çaba gösterelim, düşünmeden konuşmayalım ve hemen kırılıverecek kanatları olduğunu unutmayalım.

Sevgi bir su damlası kadar kısa görünse de onun kadar hayat vericidir. Su gibi geçen zamana…



Z/S_

14 Şubat 2008 Perşembe


Sevgililer Günü'nün Öyküsü
Aziz Valentine'ın öyküsü III. Yüzyıl'dan gelir. O dönemde Roma tahtında İmparator II. Claudius vardı, "Zalim" adıyla tanımlanan Claudius aşırı savaş ve askerlik tutkunuydu, her yetişmiş erkeğin muhakkak asker olmasını istiyor ve kimseye göz açtırmıyordu.

EVLİLİĞİ YASAKLADI
Öylesine ileri gitmişti ki, askerliğe engel oluyor düşüncesiyle evlenmeyi dahi yasakladı. Gençler şaşkındı, kimse sevdiği ile beraber olamıyor, Roma kenti sayısı gittikçe artan ve uzak ülkelerde ölen sevgililerinin ardından ağlayan kadınlar ve kızlarla dolmuştu. Kısacası aşk yasaklanmıştı. Bu sıralarda İmparator tüm Romalılar'ın 12 tanrıya tapmalarını aksi şekilde davrananların ve özellikle de Hıristiyanlar'la ilişkiye girenlerin ölümle cezalandırılacaklarını emretti.

Bu emre uymayanların arasında Aziz olarak kabul edilen filozof Valentinus'da vardı, gezerek dinsel vaazlar veriyor ve İmparator'un hatalı olduğunu anlatıyordu. Sonunda yakalandı ve hapse atıldı. Valentinus'un hapiste olduğu günlerde yaşananlar efsaneye dönüşerek günümüze kadar ulaşmıştır.

ÜZEL JULİA VALENTİNUS'A GİDER
Hapishaneyi korumakla görevli gardiyanın kızkardeşi Julia'nın gözleri doğuştan görmemektedir, gardiyan Valentinus'un anlattığı İsa ilgili öykülerin arasında körlerin gözlerinin açıldığını öğrenince, kardeşini gizlice Valentinus'un yanına getirir. Julia çok güzel ve zeki bir kızdır. Günlerce beraber olurlar, Valentinus ona Roma tarihini, doğanın yapısını, aritmetiği ve Tanrı'ya yönelmeyi öğretir. Julia, dünyayı Valentinus'un anlattıklarıyla görür, onun bilgeliği ile aydınlanır, güçlenir ve teselli bulur.

Bir gün sorar;
- "Valentinus, Tanrı gerçekten dualarımızı duyar mı?"
Aziz gülümser;
- "Evet, herbirini."
Julia;
- "Her sabah ve her gece ne için dua ettiğimi biliyormusun? Görebilmek için dua ediyorum, senin bana anlattıklarını görmeyi çok istiyorum.",
Valentinus;
- "Tanrı bizim için en iyi olanı yapar, yeter ki buna inanalım."
Julia, yere diz çöker ve;
- "Böylesine inanmak istiyorum, yardım et."
Beraberce duaya başlarlar. Birden hücrenin içersi altın renkli bir ışıkla aydınlanır ve Julia haykırır;
- "Valentinus, görüyorum, görüyorum."

14 ŞUBAT'TA ÖLDÜRÜLÜR
Valentinus duaya devam etmesini söyler. Ertesi gün Valentinus'un ölüm emri gelir, Aziz Julia'ya son bir not yazar, Tanrı'ya hep yakın olmasını öğütler ve notun altını "Senin Valentine'ından" diye imzalar. Mektup, ertesi gün Julia'ya ulaşır, o günün tarihi 14 Şubat 270'dir. Valentinus, sonradan Papa I. Julius tarafından "Porta Valentini" adı verilen bir kemer kapısının altına gömülür (Şimdi orada yani Roma'da Praxedes Kilisesi vardır.)

Julia, mezarın yanına pembe çiçekler açan bir badem ağacı diker. Günümüzde sevginin ve dostluğun simgesinin badem ağacı olması buradan kaynaklanır.

GENÇLERİN İLK CİNSEL DENEYİMİ
İşin aslına bakılırsa, 15 Şubat tarihi Roma tanrıçalarından Februata Juno adına yapılan kutsama töreninin günüdür; birbirleriyle ilk kez cinsel ilişkiye girecek gençlerin adlarının yazıldığı parşömenler, o gün tanrıçaya sunulurdu. Papalık daha sonra yasaklanan bu geleneğin yerine, azizlerin adlarının yazılı olduğu listeleri sergilemeye başladı.

Biz yine Roma'ya dönelim. 15 Şubat'ta kutlanan gençlerin aşk festivalinin özgün adı Lupercalia'dır, geleneksel olarak hediyeler verilirdi. Kuşların çiftleşme döneminin başlangıcı kabul edilen Şubat ayı döneminde, gençler de onları örnek alarak eşleşirlerdi. Hıristiyanlığın güçlenmesinden sonra, Pagan inançları yasaklandı veya yerlerine Hıristiyan versiyonlar getirilmeye başlandı. Aziz Valentine Hıristiyanlığın simgesi olan sevgi ve evlilik kuramı ile kişiselleştirildi, onun Lupercalia Festivali'nin arifesinde öldürülmüş olması iyi bir raslantıydı, böylece Roma'nın bereketlilik ve döllenme kutsamalarıyla, Hıristiyanlığın evlilik ve çoğalma ilkesi bütünleştirilmiş oldu. Amaca ulaşılmıştı.

Günümüzdeki yorumuyla "St Valentine" yani Sevgililer Günü, Roma'daki gibi sevenlerin birbirlerine sevgilerini Valentinus'un son mesajında olduğu gibi küçük kartlar ve hediyelerle sunmaları şeklinde kutlanmaktadır. Aslında kökende yine birleşme, bütünleşme ve çoğalma güdüsü yani bereketlilik vardır. Aynı zamanda da, Tanrısal aşkla, dünyasal aşkın birleştiği yer, Julia'nın öyküsünde olduğu gibi birleştirilir. Ama ilginçtir ki, aşkı yasaklayan bir despotun binlerce yıllık anısı, Kozmik Şakacı'nın oyunuyla artık aşk yüzünden akla gelmektedir.

10 Şubat 2008 Pazar

CAN SUYUM


_Niye sonbahar hep hüzün söyler
 ayrılıkları doğurduğu için mi?_


bilindik mevsim
saklanmış sarı yaprakların altına hüzün
bir ses verse bulacağım yerini
ne teslim olmuş bağ bozumuna
ne de gökyüzüne göğsünü germiş
mavi beyazı sarmış sırtına
güneşe dökmüş sararsın diye anılarımı

önümde kıvrılırken sahil yolu
Ege’nin dalgasında boğuldu martıların çığlığı
“gitmeyin” diye haykırdı güneş
“ayrılık o yolun sonu”

“ah! dili olsa da konuşsa mı” demiştik şarkıların
anlamış hallerimizi radyo, pusudaymış
dinledik eski zaman aşklarından
kulağımızdan kalbimize üflenen güfteleri
bilmezdim bu kadar yürek yaktıklarını
hele o son şarkı göğsümde asılı bıraktı sancını
yol boyu göz pınarlarım çağladı

“kimler geldi hayatımdan kimler geçti
hiçbirisi senin kadar sevilmedi”

hüzzâm günleri kovalarken zaman
özlemlerim başladı daha sen yanımdayken
ayrılık yağmur bulutuydu üzerimde

yalnız kalmasın diye sen yanım
acıyı dizdim sislerin ardına
kan oturdu yangın yerime
yasladım yıldırımları gözyaşlarıma
boğdu beni akmadı ırmağım
harmanım, çaresizlik buzuldan bıçak sırtı
yordu ikimizi de sessiz direnişimiz
"gitme" diyen dilim suspus şimdi
zaman mum misali…

siyah saten geceyi sarınca sevişmelerimiz
kopamadığım incir dudakların geldi aklıma
baharat teninin kokusu sinmiş üstüme
şimdi, sen giderken bensizliğe
dudağım yanıyor büyüyen ateşinle

eyy ruhum!
ne renktir şimdi hayat
belki gri, belki buz mavisi
bazen bilmek de istemiyorum

durdursun biri şu yolu
söksün akreple yelkovanın kalbini

ah cansuyum
ne gerek vardı şimdi
gitme vakitlerine zamansız gömülmenin
nereden çıktı bu buhranlı yolculuk
bilirim her gidişin bir dönüşü vardır
bu seferki sırılsıklam bir veda

gitmeyenim olmalıydın
yakamozlar gamzelerime düşmeliydi
vedalar düğümlenmeliydi halata
dolunay bizi anlatmalıydı maviye
denizkızları serçe yüreklerine koymalıydılar
mis kokan bir demet aşkı

yolcusun
durma, bakmadan git ardına
can pınarımdaki su gibi ak
her gönlüne düştüğümde
anılar saçılsın düşlerine
mahzenimde sakladığım çığlıklar
yırtsın gecelerini

yine semaya kilitlenmek istediğinde
bil ki bütün kapılarım açık
sırça yüreğim
seni istiyor, s e n i b e k l i y o r


_” Ağlamayacağım” demiştim.
Sözümü tutamadım, affet sevgilim._


....

Z/S_

TOZLANMIŞ ANILAR 1



Çok sevdiğim teyzemi kaybettim geçenlerde, ilk zaman evine giremedim ne bileyim zor geldi onsuzluk. Yalnız yaşadığından mıdır bilmiyorum evin her yerinde sadece onun anıları vardı. Bir gün kardeşim ve kuzenlerimle birlikte evde kalan eşyaları toplamaya ve ne yapacağımıza karar vermek için teyzemin evine gittik. Onun çok değer verdiği kitaplarına bakarken buldum kendimi. Ne çok kitabı vardı, hepsi de son derece düzenli ve tertemiz kullanılmıştı. Kitaplığın iki metre yüksekliği ve beş metre eni, kocaman gözleri vardı. Sol tarafında da iki çekmece gözüme çarptı. Alt çekmeceyi açtığımda iki adet kutu geçti elime. Önde duranı aldım, çalışma masasının koltuğunu kapıya sırtını verecek şekilde çevirerek oturdum. Önce tedirgin oldum ama merağımı yenemedim ve yavaşca kucağımda tuttuğum kutuyu araladım.


Hepimizin yıllar öncesinden kalan, bizim için önemli olan eşyaları sakladığımız bir sandık odası, çatı katı vardır. Belki yaşadığımız zaman içinde aklımıza her geldiğinde çıkarıp baktığımız, bazen de biz öldükten sonra aileden birilerinin eline geçen, gözyaşları arasında dokunduğu özel eşyalarımız. Hele bir de yılların tozunun bile içindeki ışıltıyı yok edemediği ilk günkü heyecanını saklayan notlarımız, mektuplarımız yok mu? İşte kutuyu kurcalarken elime böyle bir mektup geçti. Yüzümü ateş bastı, ellerim titremeye başladı. Hâlâ ilk günkü gibi kokan, teyzemin parfüm kokusu üzerindeydi, oh mis gibi. Mektubu yırtmadan açmak için çok zorlandım. Mektup kağıdı hafiften sararmıştı fakat öyle özenle katlanmıştı ki iyice heyecanım arttı. Gözlerim ilk satırlarda gezinmeye başladı ve devamını okumaktan kendimi alamadım. Bir bir boğazıma düğümlendi kelimeler. Ne kadar doğal yazılmıştı duygular tam da yaşandığı gibi. Gözyaşlarımın bile daha fazla anlam taşıdığını farkettim... Birden yazılanları sanki yaşamaya başladım. Sırtımı yasladım ve gözyaşları arasında okumaya devam ettim.



Güzel adamım...Erkeğim...


Yanımda olmanın hayaliyle ve o bordo şalı sen diye sarıp koklarken, bir de bakıyorum tek başımayım. Yalnızlığımı göğüslemişim, yürüyorum, savaşıyorum sensizlikle... Çırpınıyorum...

Seni her düşündüğümde heyecanlanıyorum, yüzümde güller açıyor ve hatıralara dalıp gidiyorum.
Hani ilk karşılaştığımızda nasıl da titremiştin bütün gece. Ben de sarsıldığımı hissetmiştim. Biliyor musun tertemiz duyguların hâlâ var olduğunu ispatlamıştın bana. Yüzüme bakamamıştın hatırlasana. Kızarmıştı yanakların. Göz göze gelince gülüşmüştük. Heyecandan sadece elimi tutabilmiştin o da ürkerek. Elini avucumda hissettiğimde sanki bir kuş misali çırpınıyordun. Senin bu halini çok sevmiştim. Bir saniye bile yanından ayrılmama tahammülün yoktu. Ne elimi bıraktın ne de dudaklarımı. Geç de olsa yakalamıştık bir ucundan aşkı...

İçim dışım hep sen olmuş, sarmış sarmalamışsın benliğimi, gidemiyorum bir türlü. Yalnızlık da terketmiyor beni, yapışmış eteğime. Şimdi öyle uzaklardasın ki seni hayal ederek günlerimi geçiriyorum. Kulaklarımda sesin, ellerimde ellerin, dudaklarımda dudakların. Hâlâ seni her düşündüğümde ve adını anımsadığımda vücudumu ateş basıyor, arzularım doruklara tırmanıyor.

Kaç kişi kaldı hâlâ tertemiz aşkla tutuşan, yaşanması hayal olan birçok duyguyu, masallarda olur dediğimiz heyecanları paylaşan ve söyle kaç kişi sevdiğini göreceği ana kadar heyecandan sararıp solan. Bir gece önceden buluşma heyecanıyla gözüne uyku girmeyen. Göğsünün ritmine ayakları bile yetişemeyen...

Hey koca çınar. "Sen nereden girdin hayatıma nereden" derken "İyi ki geldin gönül bahçeme" dedim "Hoş geldin erkeğim hoş geldin" dedim...

Bana her “güzel kadınım” dediğinde beni yerle bir edip öldürdün. Ve niye bilmiyorum ama her seferinde biraz daha bağlandı gönlüm sana.

"Güzel kadınım " " Kadınımmm" ah ne kadar güzel bir söz. Daha önceden neden farketmemişim bunca sardığını bu kelimenin beni. İçimde nasıl da hazırmış yeri. Nasıl da sahiplendim senin kadının olmayı...

Kim bilir belki de ilk defa bana içten gelerek söylendiğini hissetmiş olabilirim…
" Kadınım" dediğinde sanki sıkı sıkı sarıyordu, göğsüne dayayıp içine sokuyordu, ne büyük ne anlamlı kelimeydi. Şimdi öyle özlüyorum ki bana “kadınımmm” demeni.

Gözümü dünyaya yeniden seninle açmış hissindeyim. Ömrümün yeniden başlangıcısın. Soğuk günlerimin ısıtan duygususun. Güneşim desem yetersiz kalır. Bitmiş filmimin başa sarma sebebimsin.
Yeniden içimde hayaller kurduran, çılgınlıklar yaptıran, delirtensin... Hem hüzün veren hem de bu kadar özlenen sevgili de sensin...

Ne yazık ki hep uzağımdasın, ama bil ki; yanımdasın. Bazen ellerimi uzatıyorum, tutmaya çalışıyorum ellerini, birden hayal olduğunu farkediyorum. Bazen de “hadi gel istiyorum seni” dediğimi farkediyorum sessizce. “Geliyorum” diye bir ses, bakınıyorum bu nasıl mümkün olur diye. Işte tam o anda beni arıyorsun duymuş gibi. Seni içimde hissediyorum çoğunlukla, inan ki gerçek gibi.

“Mazide sevda” dendiğinde, anlamsızca yüzünüze bakan da bendim. Daha sonra yıllar ilerledikçe “sevdalanmak” dendiğinde içimde bir kıpırdanma başlayan, utanan, yüzü kızaran da bendim...

İçindeki acıyı, sevinci onca uzaktan hisseden de bendim.
Sen benim ruh eşim misin yoksa?

Ne şarkılar tükettim dilimde. Ne kokun gitti burnumdan. Ne de sıcaklığı ellerinin.... Bırakamadım... Gidemedim. Sana ait her ne varsa benliğime kazıyıp da gittiğini gördüm.
Hele ki dudakların yok mu... ”Öldüm de cennette miyim” dedim her seferinde... Kopamadım... Doyamadım...

“Burası öyle soğuk ki günlerdir. Gelirsen şapkanı almadan gelme olur mu? Eldivenlerini de al, hatta yeni aldığın botlarını giy. Tam zamanı işte gelmenin, kışın ortasındayız. O deli olduğumuz kar çağırıyor, çığlıklarını duymuyor musun bizim için attığı. Sevgilim sahi bana da bir şapka alırmısın gelirken. O çok sevdiğim şapkam vardı ya kayboldu da...”

Her düşen kar tanesinde seni arıyorum. Sesini, kokunu, yumuşaklığını ve biliyor musun elimde eriyip gitmene kıyamıyorum dayanamıyorum?

Hani haberlerde "Ankara sokaklarında kar yağıyor. " " Şimdi sevgililerin bu romantik havada el ele gezme zamanı " demişti spiker.

Divane olduğum kar yağarken aşk şehrimde olmalıydım. Neresiydi aşk şehrimiz, ne anlamı vardı bizim için. Bizi ve aşkımızı taşıyan şehir, sevdamıza şahitlik eden şehir. Sevdiğim adamı bana kavuşturan şehir... Ve ne acı ki seni benden alan şehir...

Kar yağdıkça sanki üşüteceğine içimi yakıyor, özlemlerimi depreşiyor. Yağdıkça sokaklarda haykırasım geliyor aşkımızı... O kadar güzel ki manzara, sokaklara taşmış insanlar. Kim bilir benim gibi sevdiğinden uzak kaç kişi düşen kar zerreciğinde arıyordur kavuşmayı. Hasretin böylesi acıttımasına karşın, dost elini uzatmış kar tanesi.


Kar’ın altındayım şimdi... Bağırıyorum içimdekileri sana dair... Sesim mi gelmiyor hayırdır? Niye kimse beni dinlemiyor? Sokaklarda koşuyorum, duyarsın belki diye çığlıklar atıyorum... Sen de duymuyor musun? Neler oluyor çok yalnızım yine, hem de onca kar tanesinin arasında. Dokunup geçiyorlar yüzümü ama birçoğu sanki sözleşmişler gibi kirpiklerime tutunuyor... Süzülüyorlar sonrasında yanaklarımdan. Tutmaya çalıştığım yanağımdan süzülerek akan kar tanecikleri değil zamanın ta kendisi, ne yazık ki yetişilmiyor zamana, gölgemin önünden kaçıyor ben kovalıyorum. Yine beni yendi zaman denen girdap. Yine kar taneleri yok oldu. Yine sensizim, nerdesin yârim nerdesin gül kokulum...

Tarihleri şaşırdım artık. Saymayı unuttum. Geleceğin günlere dair hayaller kurmaktan, kurduğum hayallere dalıp içinden çıkamamaktan... Ve bitmeyen günleri takvime işaretlemekten...

Hani sana son yazdıklarım vardı, anlatmıştım orada tüm yaşadıklarımızı. Biz istemesek de ayrılmak zorunda oluşumuzu... Üşüyorum demiştim, işte o üşümeler var ya... Ben o gittiğin zamandan beri hiç ısınamadım sevgilim....

Senin güzel kadının...






Satırlar sona erdiğinde hiç bitmesin istemiştim ve gözlerimden akan yaşların farkında değildim. Diğer odalardan sesler geliyordu kardeşim ve kuzenlerim olmalıydı, kimsenin beni bu halde görmesini istemiyordum. Beni çok uzun zaman etkisinde bırakacak olan bu mektubu şimdi yine aynı şekilde katlıyorum ve sessizce yıllarını geçirdiği sandığa koyuyorum, sandığı da bundan sonraki zamanını benim evimde geçirmek üzere kolumun altına alıp odadan çıkıyorum.


Yaşanması imkansız olmayan ama çok da zor bulunan böylesi temiz nice sevdalara...

Z/S