31 Aralık 2007 Pazartesi
23 Aralık 2007 Pazar
Soğumaya yüz tutan eller
Saatin acı sesiyle fırladı yatağından. Son üç gündür hayatı allak bullak olmuştu. Kapının yanına geldiğinde dün geceki telefon konuşmasını hatırladı. Kötü bir gece geçirmişti.
Çektiği vicdan azabını biraz unutturur umuduyla çalışma odasını toplamaya karar verdi. Ortalıktaki sayfaları çekmecedeki kalabalığın en üstüne koydu. Masasındaki defteri düzenledi, gelen ve yollanacak fakslarını, müsveddelerini renklerine göre sıraladı, müşterilere ait olanları ayırdı. Şimdi sıra ılık bir suyun altında kendinden geçeceği dakikalara gelmişti.
Eski küçücük ve rahatsız bir banyoları vardı. Öyle ki banyoda çamaşır makinesi için yer bile kalmamıştı. Eski tarzda ayaklı banyo küveti koca bir lahiti andırıyordu. Sütunun üzerinde bir lavabo vardı. Musluklardan ya çok sıcak ya da soğuk su akardı.
Sıcak suyu açtı. Su ısınana değin telaşla ortalığı toplamaya çalışırken, kapının acı acı çaldığını duydu. Kısık sesle “ sabret biraz “ diye bağırdı. Bir yandan telefonun sesini de duyuyordu. Kapı tekrar çalındı “telefon sana “ dedi kızı. Kapıyı aralayarak telsiz telefonu uzattı. Sabahın bu saatinde kim arardı ki? Hiç şüphesiz annesiydi. Birkaç gün ihmal etse meraklanırdı annesi. “Alo” dedi. Arayan en yakın arkadaşı Pınar’dı. Hemen hemen her gün sektirmeden konuşurlardı. Pınar’ın burnunu çektiğini işitti. Ağlıyor olabilir miydi?
“ Ne oldu” diye fısıldadı Ayşegül. Hızla atan kalbinin hızıyla yarışarak “vazgeçtim sormuyorum lütfen söyleme” dedi sonra. Pınar mutlaka kanser olduğunu söyleyip Ayşegül’ün yüreğine indirecekti. Fakat sabırsızlık duygusu kanına karışmaya başladı.
O esnada Ayşegül’ün “söyleme “ dediğini duymazdan gelen Pınar “hâla şoktayım” diye söze başladı. “Annem spor hocasıyla evlenecekmiş. Aklın alıyor mu adam 38 annem 64 yaşında.”
“Neee?” Ayşegül hayretler içinde kalmıştı. O anda Pınar’ın annesini uzun kuyruğu yerlerde sürünen beyaz gelinliğiyle, nikah törenine giderken hayal etti.
Pınar üzülmüş müydü?
Kafası öyle dağınıktı ki birden daldığını hissetti. Duruma uygun bir şeyler söylemeliydi. Ne diyebilirdi ki? İki sene kadar önce kendi annesinin de böyle bir arkadaşlığı olmuştu. Hiç olmazsa annesinin evlenip, bu evliliğin onu biraz olsun meşgul edeceğini ummuştu. Kaderin bir cilvesi, adam düğünden önce beyin kanaması geçirmiş, ölmüştü. Babası da o daha bir yaşındayken trafik kazasında ölmüştü. Toparlamaya çalıştı düşüncelerini.
“ Pınar, bu çok önemli bir konu, seni müsait olunca arasam. Şimdi acil çıkmam lazım, istersen yanına uğrayayım öğleden sonra, olur mu ?“ dedi.
“Peki Ayşegül” dedi ve kapadı Pınar telefonu. Sesi buruktu, mutlaka yanında olması lazımdı arkadaşının fakat başlarındaki olaydan daha Pınar’ın bile haberi yoktu. Henüz kimse bilmiyordu ki. Kendisi bile kabullenemiyordu, bir kabus gibiydi.
Kelimelerden yararlanırken sanırsa derinlere inememişti. Neyse ki “yanına gelirim” diyebilmişti. Oysaki bir dolu işi vardı. İçindeki acı da cabası. Her şey üst üste gelmişti.
Ani gelen hastalık haberi allak bullak etmişti. Nasıl olurdu eşi kanser olsun, nasıl anlatacaktı şimdi. Ne zaman bu kadar ilerlemişti, hiç belirti göstermeden. Aklına kızlar geldikçe daha da fena oluyordu, kalbi sıkışıyordu. Derin bir nefes aldı şimdi işlerini bitirmeli ve akşam üstü doktor randevusuna yetişmeliydi.
Saat dördü geçmişti doktordan çıktığında. Aslında Pınar’a gitmesi gerekiyordu fakat içindeki ses onu dinlemiyordu.
Şimdi sokaklara taşma zamanı, şimdi sessizce bağırma zamanı, hıçkırıklara boğulma zamanı … Allah’ın takdiri elbet isyan yok ama çaresizlik yüreğine bir halka geçirilmiş gibi acıtıyordu. Kaybetmek istemiyordu kocasını, doyamadığı gülüşlerini. “Nasıl rızam olur benden zamansız gitmelerine.”dedi birden ağzından çıkıverdi yolun ortasında. Etrafına bakındı herkes kendi halindeydi. Gözlerinden yaşlar akıyordu.
Dünyanın bitmeyen telaşesinde nasıl gözümden kaçtı bu hastalığı. Kıymetini bilebildim mi acaba? diye düşündü. Oysaki zaman zaman ağrıları olduğunda kocasına ” acı patlıcanı kırağı çalmaz ” derdi gülüşürlerdi. Ah keşke o anda alıp götürseydi doktora. Bir yandan bunları düşünürken “Of keşke demek yok” dedi kendi kedine.
Yanından araçlar geçiyordu ve yürümeyi tercih etmişti. Sokaklar sanki onu anlıyordu, sanki eve vardığında her şey eskisi gibi olacaktı. Derinlerinde bir ses “hayal hayal hayal” diyordu. Ne demişti doktor “her an her şeye hazırlıklı olun.” Ne demek ti şimdi bu. Caddelerde yürürken kulağında uğultular yükseldi. Sesler duyuyordu “her şey için çok geç” diye. Başı çatlamıştı, dışarıdaki gürültüyü duymuyordu bile, hiç bir ses onu rahatsız etmiyordu beyninin içindekiler kadar.
Kaç zaman sonra evinin yakınlarındaki park da buldu kendini. Bir bankda oturuyordu. Sol omzu çökmüş başı sağa düşmüştü. Rüzgârın uğultusu, sarı yaprakların altına saklanmış sonbaharı hissettiriyordu. Derin bir nefes alıp kalktı. Artık eve gidip eşinin yanında daha çok zaman geçirmeliydi. Yüzünü sildi, saçlarını düzeltti, banka oturduğunda kirlenen yağmurluğunun arkasını eliyle çırptı. Yağmur çiseliyordu.
Eve yaklaştığında kalbi hızla atmaya başlamıştı. Yoldan geçen ambulansın sessiz ışıkları birden kendisine gelmesine sebep oldu. Koşmak istiyordu, ayakları engelliyordu sanki, bağırmak için ağzını açtı sesi çıkmıyordu…
Ambulansa yaklaştı, duran aracın açık arka kapısından sedyeyi gördü üç kişinin arasında, önce ayaklarını sonra başını gördü. Birden dizlerinin bağı kesildi. Gördükleri ömrünün sonuna kadar aklından çıkmayacaktı. Böyle bir manzara tam da moralinin çökmüş olduğu şu dakikalarda mahvetmişti Ayşegül’ü.
Adımlarını sıklaştırdı eve doğru. İçeri girdiğinde eşine seslendi. “Bedri, Bedri” …Odalarda aramaya başladı ama hiçbir yerde yoktu. Son olarak çatı katında ki anılarla dolu sandık odası aklına geldi. Koşar adımlarla tırmandı bir yandan üstündekileri soyunuyordu. Kapı aralıktı ve sırtını gördü kocasının. Yanına gittiğinde “sevgilim “ diye seslendi. Cevap vermedi Bedri.
Hemen nabzına baktı soğukkanlılığını koruyarak, hissedemedi, elleri titriyordu. Merdivenlerden nasıl indiğini ve acili aradığını daha sonradan bile hatırlayamadı. Ambulans ve yardım ekibi sanki kapıda bekliyormuş gibi hızlıca gelmişlerdi. Oysa ki haberlerden ve çevresinden duyduğu olay yerine çok geç gelindiği ve erken müdahale şansını yitirdikleri idi. Elinde çantası ile doktor geldiğinde konuşamadı ve yukarı eliyle gösterdi. Ve arkasından kendide tırmandı yine aynı merdivenleri.
Erkek doktor ve hemşire gerekli müdahaleyi yapmışlardı ama yapılacak bir şey kalmadığını üzgün bir ifade ile söylemeye çalıştılar. Ne demek ti şimdi yapılacak bir şey yok. Ölmüş müydü eşi … Bitmiş miydi her şey, oysa ki daha saatler önce bu hastalığı nasıl söyleyeceğim diye düşünüyordu. Artık hiçbir şeyin önemi kalmamıştı. Onu ve kızlarını bırakıp gitmişti…Tedaviye geç kalınmıştı. Hayata geç kalınmıştı…
Soğumaya başlayan ve yanlara sarkan ellerinin arasında kızlarının doğum fotoğrafı vardı ve sıkı sıkıya tutuyordu adam, yüzünde masum bir gülümse ile…
Z/S
19 Aralık 2007 Çarşamba
POSTA VAGONU
Yine bir trene bindim bu gece. Size getirecek diye. Gönlümün yitirmesine müsade etmeden beslediğim sevgimi ellerimle sunmaya.
Öyle heyecanlıyım ki...
“Aşka gönül vermem aşka inanmam” derken; beni o karşısında hiçbir şeylerin duramadığı kasırga aldı savuruyor. Kim bilir hangi zaman dilimine, hangi istasyona...
Hangi vagondayım şimdi bilir misin?
Aslında çok defa kaçırdığım ve her seferinde yenisini beklemekten vazgeçip dönüp arkamı yürüdüğüm. Arkamı döndüğüm sadece giden tren değil hayallerim, umutlarım, belki yaşanmamış bir aşk yakalarım diye çırpınan yüreğim ama asla yakalayamadığım...
Ve yine de nasıl olduğunu bilmeden kendimi içinde bulduğum o trendeyim.
Dolaştım vagonlarda, biraz üzgün en çok da içim içine sığmayan bir vaziyette.
Posta vagonunda mektupların ses çıkardığını duyar gibiyim, kimisinin heyecandan pembeleştiği, kiminin sıkıntıdan toprak rengi olduğu irili ufaklı, kokulu kokusuz, merhabası ve elvadası bol olan bir dizi gönül fermanları...
Yine tam kaçırdığımı sandığım anda birden kendimi son vagonda bulduğum o gece. Amacım kaçırdığım tüm zamanların, trenlerinin önüne geçmek. Yürümeye koyuluyorum kaçırdığım vagonlara, zamana doğru. Peki o tren nereye doğru gidiyor bilen var mı?
Nereye mi? Yârin olduğu yere.
İnce ince beni işlediği, renklerle süslediği, en güzel tablolara
En güzel şarkıların söylendiği, en güzel dizelerin yazıldığı yıllara.
Yarana tuz bastıgın, kendini unuttuğun, sevdiğini düşünmeden duramadığın.
Beklendiğini ve özlendiğini bildiğin o rüyanın içine.
Kilitli kalmış odaların heybetlileri...
Sessizliğin içinde en seslisi, zamanın yetişemediği...
“Hele siz kapınızı aralık bırakıverin belki gelirim” demiştim ya size.
Şimdi izliyorum kapı aralığından sizi, nasıl da keyifle fırçanızı tuvale dokundurursunuz sanki benmişim gibi, özenerek. En güzel renklerini benim için karıştırırsın, bilirim ki sana özel renkler sadece o gecede çıkar desenlerine.
Nasıl da düzenli takip edersiniz sıra sıra çizgileri ve hani o çıkardığım sesler hep aynıdır da, bir an değişirse telaşlanırsınız ne oluyor diye, yarı yolda bırakmak istemezsiniz. Yarı yolda kalmak istemediğiniz gibi.
Siz, son sesimsiniz bir daha çıkmayacak.
Başımda kavak yelleri estirdiğim,
Beynimde ramazan topu gibi patlayan,
Dönüp arkama bakacak zamanım olmadan kaçırdığım trenim
“neredesiniz gelin gitmeyin” diye haykırdığım.
“Ağlamakmış kavuşmak” bazen
Bazen de,
Başucumdaki yalnızlığım,
İlk şafakla sevdamı koyduğum yastığım,
Kirpiklerimin içinde sakladığım.
Sana kendimi anlatayım derken bu seferde saatleri kaçırdığım...
Biz aşktan daha çok sevmişiz de,
Her gittiğim köşede haykırmışım adınızı
Onca dolaştığım ne dağlarda ne de denizlerde
Yalnızlığımı bırakıp dönememişim
Bir siz içimde sakladığım
Bir siz başka sevdalardan yakalayıp çıkardığım.
Siz benimsiniz, yarınım, bugünüm, her şeyim...
Sizi öpmelere, koklamalara doyamam ki...
Birkaç sevişmeden sonra duyduğum bir tutam utanç,
Biraz da pişmanlık oldunuz zaman zaman.
Yine de en güzel yanımsınız, bitmeyecek sevdam bitmeyecek ...
Muhabbet baldan tatlıdır, dönemem ki sizden kendime...
Bari siz bana geri verin BENİ...
Z/S
8 Aralık 2007 Cumartesi
Kelebeğin aşkı
Bir ben ruhumun en derinliğinde
Saklamayı beceren kendimi
Bir ben saklı bahçeme gizlice alan seni
İki ayrı dereydik yücelerde
Berrak aktık
Aktık…
Birleştik nehir olduk
Azgın sular sevdamızı sürükledi peşin sıra
Kavuştuk denize
Yaşanan bir c/an ki o da ömür
Ahh ahh
O dağlar ki dosttur dalgalara
İç içedir kayalarla yosunlar,
Öpüşürler yalnızca,
Sessizce
Ahh be adamım
Güzelim
……….Günışığım
…………………Gün batımım
Hercai kelebeğin kanat çırpıyor bak aşka
Tükenmeden zamanımız
Hadi, gel…
Gel de
Dokunalım son şansımıza…
Z/S
25 Kasım 2007 Pazar
ÖZLEDİĞİMİZ İÇİN Mİ DELİYİZ?
Her cumartesi olduğu gibi sabahın ilk ışıklarını, güneşi göreceğim diye tutturduğum gecenin sabahında bir serabın içinde buldum kendimi. Biliyor musunuz ki evim bahçe katı ve gökyüzündeki yıldızların kayboluşunu ve güneşin doğuşunu görmeden hayal etmek, gördüğünü sanmak oysaki sadece havanın aydınlığını görmek çok daha fazla mutlu ediyor beni. İlk ışıkları gördüğümü hatırlıyorum, kendimden geçmişim.
Seni görüyorum bir dağın yamacındasın, sol yanından bir ışık huzmesi ile doğan güneşin göz kamaştırıcı ışıklarından seçmeye çalışıyorum sülietini.
Hangi dağ hangi zaman dilimi, saat kaç bilmiyorum, bildiğim tek şey bir ses uğruna yürüyorsun, sırtına yüklemiş çantanı ümitlerle yarınları ayırmadan sadece sesin geldiği yöne doğru ilerliyorsun. Sesleniyorum ardından, koşar adımlarla; ama duymuyorsun. Tırmandıkça sanki bir el yukarı, daha yukarı çekiyor seni. Sen önde ben ardında tırmanıyoruz. Bir göle varıyorsun ve çantanı indirip suya yöneliyorsun. Derken beline kadar suya gömülüyorsun, “dur yapma soğuktur üşürsün diyorum” duymuyorsun. Gelecekse dünyanın sonu sanırım işte o an olmalı diye düşünüyorum. Biran sular seni içine doğru çekiyor ve işte o an benim tüm çırpınmalarım boşa gidiyor ve kayboluyorsun. Ağlaya ağlaya senden vazgeçiyorum; nedense arkamı dönüp yürümeye başlıyorum. İşte o an bir ses beni çağırıyor, bakıyorum ama kimse yok görünürde. Kilitlenmiş gibi geri dönüp yürüyorum.
Bu sevginin, tutkunun sesi sonradan seçiyorum. “Ah burada olsan” diyor ses… Saatlerin akşama doğru ilerlediği bir sonbahar gününde dikkatimi göle veriyorum ve suyun yüzeyindeki dalgalanmayı görüyorum. Sen çıkıyorsun, bana doğru ilerlemeye başlıyorsun, sonra elimi tutuyorsun ve kendine çekiyorsun hızla. Sıkı sıkı sarılıyorsun sanki yıllardır görmemişsin gibi. Kokumu çekiyorsun içine, saçlarımı okşuyorsun ve birden o ses tekrar çağırıyor, bu sefer birlikte duyuyoruz ve bakışıyoruz. Dikkatli dinlediğimde sesin bana ait olduğunu ve tepeye hem de en yüksek noktasına çağırdığını işitiyorum. Kalkıyoruz birlikte yürümeye başlıyoruz, tırmanıyoruz en yükseklere en yükseklere…
Bir deli sevda bizimkisi, sen mi bana âşık, dağ mı bana yoksa ben mi dağa dağ mı sana… Bir büyük sevda yaşanıyor üçümüz arasında… Dağ, sen ve ben… Bir deli dağ ki çılgına çeviriyor ikimizi de… Everest’i bilir misin? Bilir misin ki en tepeye vardığındaki heyecanı. Öyle bir özgürlüktür ki… Sevişirsin dağla sanki sarar seni sisten kolları, çeker içine doğru. Sevişe sevişe azalmaz ki bendeki özgür ruh, çılgına çevirir tam tersi.
"Oysaki biz birbirimizin hiçbir şeyi olmayacaktık, ama her şeyi olmuştuk" der Goethe. Sanki bizim için söylemiştir bu sözünü.
Birden uyanıveriyorum bakıyorum neredeyim diye, seni göremeyince sıkıca yumuyorum gözlerimi, bu seferde içimde bir özlem başlıyor. Yalnızca bir kez karşılaştığım ve özlemek için yeteri kadar tanımadığım seni birden özleyiveriyorum. Ve işte o sabah çılgınca seninle dolu uyanıyorum güne. Bildiğim her şeyi ve benim için ne kadar önemli olduğunu düşünmeden yer değiştiriyorum hayatımda… Oysaki özlendiğinden ve istendiğinden haberdar bile değilsin yazık ki…
Yine güneşi görmeden gün doğmuş, bu serabın içinden istemeden de olsa uyanmış olarak, deli gibi özlemle dolmuş bir yürekle… Bir daha güneşe tutulmayacağım ve dokunmayacağım… Bir daha dokunursam… Elim yansın…
Z/S
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)