Bir kaç sn sonra müzik çalacak ...kaçırmayın derim...
Yıllar önce hatırlar mısın bana bir doğum günümde küçücük bir kutu vermiştin. Kuyumcuların en ufak altın karton kutularındandı. Hediye kağıdı ile kaplanmış ve süslenmişti. Oldukça şaşırmıştım, nasıl olmuşta küçük kardeşim (14 yaşın altında) altın almıştı bana diye.
Heyecanla kutuyu açtım ve şaşkınlığım iki katına çıktı…
İçinden altın yerine altından daha değerli olan bir şey çıktı…
Kalp şeklinde iki sayfalı bir not kağıdı,
İçinde bana verdiği değeri ve sevgiyi anlatan bir not. Bu küçük kutunun içinde bana olan sevgisinin dünyalar kadar olduğunu anlatıyordu.
Hediye alacak harçlığı olmadığını ve bana bunu elleriyle yaptığını söylediğinde gözlerim dolmuştu… Yıllar sonra içi boş gibi görünen ama oldukça büyük sevginin içine sığdığı bu küçük kutuyu buldum… Ve daha çok kısa süre önce sana da gösterdiğimde yaşanan mutluluk da çabası…
Her abla kardeşin anıları vardır ama bizim çılgınlıklarımız sayfalara sığmaz…
Şu anda aklıma gelen anılarımızdan bir kaçı;İstanbul seyahati, capella maceraları, bir şişe Artic’in halının üstüne dökülmesi, Bursa Karacaali, telesekreter kasetleri, …o kadar çok paylaştığımız acı tatlı yaşanmışlıklarımız var ki…ömrümün sonuna kadar unutmayacağım…
Nice nice yıllara…
İyi ki varsın…
İyi ki kardeşimsin…
NOT: azıcıkda senin özellikleri anlatayım dedim...
dünyanın en güzel kızı, çok zarif, dik kafalı, biraz huysuz, sabahları tersinden de kalksa iyi kalpli, çok neşeli ve son derece yetenekli, taklit yeteneği olan, çok komik, sanata düşkün...anne olmak için en son aday olmana rağmen 4 yıldır başarıyla prenses anne olabilen...
gülüşüne kurban olduğum, annemin hâlâ minik kızı, evimizin neşe kaynağı...
RAHMETLİ BABAANNEM VE BİZ ÜÇ KARDEŞİZ...ZERRİN, ENGİN, BERRİN
31 Ocak 2008 Perşembe
26 Ocak 2008 Cumartesi
MUTLULUK ELİMİZDE
Mutluluk aranmaz … bulunmaz da
Yaşanır düşünmeden öylesine
Bırakılır beden ılık bir nehire
Mutluluğun tarifini vereyim mi size?
Derin derin bir nefes çekin önce
Dikin gözlerinizi sonra masmavi semaya
Fırlatın bakışlarınızı bembeyaz bulutlara (grileşmeden)
Kartallarla paylaştığınız gökyüzüne
Martılarla dans ettiğiniz mavi denize
Saklambaç oynadığınız yemyeşil bodurlara
Selam söyleyin mutluluk adına
Adını koyamadığınız, buram buram toprak kokan
İyot kokan, aşk kokan
O nefis havayı çekin içinize bir daha, bir daha, bir daha
Mutlulukla randevulaşın herhangi bir köşebaşında
Beyaz bir gül takın yakanıza
Sakın geç kalmayın ertelemeyin mutluluğunuzu
Kahkahalar atın hayata, inadına, inadına, nispet yaparcasına
İçinizde mezat salonu kurun
Kalbinizden binlerce kelebek uçurun
Midenizde sirk kurun filler koşturun
Ruhunuzda nergis demetleri
Altı su alan Herby’niz
Çocukluğunuzun geçtiği evin arka bahçesine gidin
Saklambaç oynayın kendinizle
Sevinin sobeleyin kendinizi, bir ikizinizi
Hem ebe olun, hem mutluluğa gebe ki
Kendiniz doğurun bebeği
Uçurtmalar kaçırın güneşe
Balonlarınız kovalasın kuşları
Peşi sıra isli camdan bakın koca parlak kırmızı topa
Kafa atın akasya ağacının alt dallarına
Hortumla ıslatın birbirinizi baştan aşağı
Zinciri atmış bisikletten yağdan eldiven yapın bileklerinize kadar
Belki bir daha o eldivenleri giymek için çok geç
Kim bilir...
Elinize geçirdiyseniz de sakın bırakmayın
Mutluluğa yakasından yapışın sıkı sıkı
Avucunuzu çok açarsanız kaçacak gibi
Çok sıkarsanız ölecek gibi
Yani kelebek gibi, benim gibi
Ama yine de uçup gitmesindense
Sıkın avucunuzu ki kaçamasın
Asılın kanadına şen kuşların
Güneş babanın faytonunu ödünç alın
Hediye dağıtın yoksul çocuklara
Çiçekler saçın mutsuz sokaklara
Kocaman gülümsesin ara yollar
Yansın pırıl pırıl lambalar
Altında genç aşıklar öpüşsün
Banklarında ihtiyarlar kucaklaşsın
Sözler ve gözler anlamını kaybetsin
Mutluluk parlaklığında
Avuç avuç saçın sevgiyi
Mutluluğu tarif edebilir misiniz bana
Ben edemem yaşarım
Hissederim
Coşarım kabuğuma sığamam, sığışamam...
Bulutları görünce yağmur için
Kuşları görünce mevsim için sevinirim
Aşkın kokusunu duyunca da kendim için
Duyabilince sesini müziğin
Dans eder pabuçlarım durduramam
Durdurmam
Ritim tutarım ellerim patlayana kadar...
Ve hâlâ aşka inandığımca inanırım sonsuz
Yaşayabildiğimce yaşarım
Kovalayabildiğimce kovalarım
Ta ki yorgun düşüp dizlerimin üstüne çökünce
Sıkı sıkı yapışmışız bir kere bırakmam
Siz de bırakmayın
Mutluluk elimizde
Mutluluk içimizde...
Ne neşeli bir barda, ne romantik bir parkta,ne de lüks bir restoranda...mutluluk sana en yakın olduğum anda…
Z/S
20 Ocak 2008 Pazar
İstanbul'da Ben... Ve...
Dalmışım…
Akşam güneşi gözlerimden, şarap sarhoşu ruhumun mahzenlerine kadar inmiş yine de benim dalıp giden ruhumu uyandıramamıştı. Birden "hadi kendine gel" diyen deniz otobüsünün düdüğü ile irkildim. Nasıl da dalmışım o güzelim boğazın sularına. Aşık olduğum kent nasıl da heybeti ile karsımda duruyordu. Ağlamaklıyım, boğazımda dizilen sensizliği hatırımdan çıkarmaya çalışıyorum. Yutkunamıyorum. Şayet yutkunursam gözyaşlarımı tutamayacağım diye korkuyorum.
Sabahın o maviden kızıla çalan eşsiz, ilk saatleri…
Oysa ki nasıl da güzel başlamıştım güne, heyecandan elim ayağıma dolanmıştı bavulumu hazırlarken. Aksilikler evden çıkmadan bir bir dizildiler yakama. Kaçırılan otobüsler, uçağın tehiri, İstanbul’a indikten sonra trafiğin kilitlenmesi ve toplantıya geç kalışım sıradaki zorluklarımdı. Tam sakinleştim dediğim anda gelen bir haber beni alt üst etmeye yetti de artı bile. Koruyucu bir kalkana ihtiyacım olduğunu düşünmeye başladım. Bildiğim tüm duaları okudum yığıldığım koltukta. Toplantı nasıl geçti, nasıl sonlandı hatırlamıyorum bile. Binadan çıkışım bile olaylı oldu. İlk gelen araca atladım nereye gittiğini bile bilmeden…
Derken kendimle baş başa kalmışım…
Birden yalnızlığımı fark ettim o koca kalabalığın içinde. Hiç kimseyi tanımadığımı ve gidecek yerim olmadığını düşündüm. Dikkat ettim de ertelenmiş mutlulukların yaşanmaya çalışıldığı ve hayatından memnuniyetsiz insanların telaş içinde koşuşturmalarına sahne olan bir şehirdi İstanbul. Aşık olduğum bu şehir. Bir dostum;” her şehir eğer bekleyen ya da beklenen bir sevgili varsa aşık olunacak şehirdir” demişti. Ne kadar doğru, ne kadar haklıymış.
Bilmediğim bir yöne sürükleniyorum…
Birden kendimi Beşiktaş iskelesinde buldum, bir ses beni çağırıyordu. Hani o deliler gibi görmek için çıldırdığım, yosun kokuları ve oynaşan dalgaları ile boğazın serin gibi görünen ışıltılı suları bana sesleniyordu. Kaybolan ümitlerim yeniden doldu yüreğime. Yürümeye başladım iskeleye doğru. Nereye gittiğini bile sonradan öğreneceğim deniz otobüsüne binmek için önce jeton aldım sonra tam kalkacakken atladım güvertesine.
An be an yaklaşıyorum…
İşte olmuştu binmiştim, yan güverteye geçtim, hem nemden hem de her gün defalarca tutulmaktan cilası gitmiş korkuluklara dayandım ve saçlarımı savurdum rüzgara doğru. Güneşin artık el sallayarak veda etmeye başladığı ve ışıklarını saçlarımın tellerine iliştirdiği anda yüreğimi buruk bir kalp ağrısı ezmeye çalıştı. Gözlerimin, bu şehrin en güzel yeri olması ve gün batımında kendini ispat edercesine derin bakmasına engel olamıyordum. Süzülen yaşların birinin adını hüzün diğerininkini de sevda koymuştum. Dalgalar çığlık atıyordu martılar başımda dört dönüyordu sevinçten. Bana ne de yakışıyordu deniz, martılar, gün batımı… Yüreğimin coşkusu yüzüme yansımış ve gülücükler dağıtıyordum artık.
Yolculuğumun sona erme zamanıydı…
Göz açıp kapayıncaya kadar Üsküdar’a geçmiştik. Akıp giden insan seline kapılıp iskele müdürlüğünde buldum kendimi. Yasak olduğunu bile bile denize daha da yakın olmak için tel örgülerin arasından sıyrıldım hayalet gibi. Nefis kokusunu biraz daha içime çektim gözlerimi kapayarak. Dışarıdaki kalabalığın gürültüsünü duymuyordum bile. Sonra gözlerimi araladım baktım etrafıma, ıslık çalarak taş betonu yalayan dalgaların bana ulaşmaya çalışırkenki heyecanını görmezden gelemedim, az daha yaklaştım. Elektrik direğinin üzerinde martılar takıldı gözüme. Biri kanatlanıp uçarken diğeri gelip kuruluyordu direğin tepesindeki yuvalarına. Bu böylece devam etti durdu. Martıların seninle beni canlandırdığını hayal ettim. Bir yuvamız var ve ikimizden biri mutlaka sahip çıkıyor. Çığlıkları bizim şarkımızı kulaklarıma fısıldıyordu.
"Sevemez kimse seni benim sevdiğim kadar
Sevgilim sen olmasan yaşamak neye yarar"
Güneşin göz kırparak en güzel rengini gösterdiği son dakikalar…
Usulca yedi tepeli şehrin bir tepesinin ardına gizlenmeye çalışan güneşin ılık kolları, martıların artık sessizleşen çığlıkları, dalgaların neşeli kahkahalarını bastıran deniz taşıtlarının çıkardığı çeşitli gürültüler dalıp gitmeme sebep olmuştu. Çalan düdükten sonra ancak kendimi toplamaya çalışarak rıhtımdan çıktım o hengameli kalabalığa doğru. Bakındım sağa sola tanıdık bir yüz ararcasına. Tanıdık gelen sadece havanın rengini değiştirdiği bu saatte evlerine gitmeye çalışan yorgun insanların son güçleri ile yürümeye çalışmaları idi.
Ben ise yine yalnızdım… Sen vardın bir yerlerde ama bana uzak, bana çok uzak… Çokkk…
Yüreğimin aktığı o an…
Birden çalan telefonum ve kaskatı kalan ben, karşımdaki; "İstanbul’dayım" diyen sen. Bana geleceğini, benim olacağını söyleyen sen. Yüreğimin çırpınışları o an da martıların kanat sesini bastırdı. Gözlerimden fırlayan çakmak çakmak bakışlar ve süzülen yaşın adı da sen. Titreyen ellerimle çok zor tutmayı başardığım telefonda sadece diyebildiğim; "evet evet gel… Üsküdar’dayım gel....... gel sevgilim gel…"
Z/S
15 Ocak 2008 Salı
SOBELENMİŞİM OY OY ..AYLİN DOKUNMUŞ...
ben küçükken: pek fazla hatırladığım birşey yok ama anlatılanlar kulaklarımızda yer etmiş sanırım...
çok akıllı bir çocuk, hareketli ama yapma deyince söz dinleyen...ailenin ilk ve tek kız torunu olmanın verdiği şımarılık da cabası...ve bir sabah babamın "bakın kiraz çıkmış ağaçta " " hadi toplayalım " diye bahçeye çıkardığı ve topladığımızı ancak yıllar sonra o ağacın leylak ağacı olduğunu ve bize süprız yapmak için tek tek dallara kirazları yerleştirdiğini öğrenmiştim...5 yaşında falanım bu arada...
aslında ben :Hayatı hep mücadele ile geçmiş, kendinden çok etrafındakileri düşünmüş, tuttuğunu koparan, kitabında imkansız diye bir şey yazmayan, yürekli, çılgın, aşka aşık, aklına eseni yapan, olmayacak şeyleri olduran, gezmeyi, yemeyi, içmeyi, alışverişi seven, her türlü ilginçliğe bayılan, sinirlenince gözü hiç bir şeyi görmeyen, pratik çözümler üretebilen,mutfakta değişik şeyleri denemeyi seven, hesap kitap işinden anlayan, başın sıkıştığında ilk olarak koşabileceğin, iyi bir dost, arkadaş ve yüreği bitmek tükenmek bilmeyen sevgi dolu
ilk kopyam: inanın hatırlamıyorum, çektin mi derseniz .heheee çekmem mi delisiniz...
en saçma huyum: off çok zor bir soru geçelim mi
bence cep telefonu: işim
aşk bence : herşey, yaşamın anlamı, olmazsa olmazım...birçok aşk var yüreğimde...Allah, motor, gitar, edebiyat vs.
sevdiğim bloglar: yeni yeni keşfediyorum daha sonra söyleyeyim...
ben kimi sobelesem ki? bulhazı sobeledim...
çok akıllı bir çocuk, hareketli ama yapma deyince söz dinleyen...ailenin ilk ve tek kız torunu olmanın verdiği şımarılık da cabası...ve bir sabah babamın "bakın kiraz çıkmış ağaçta " " hadi toplayalım " diye bahçeye çıkardığı ve topladığımızı ancak yıllar sonra o ağacın leylak ağacı olduğunu ve bize süprız yapmak için tek tek dallara kirazları yerleştirdiğini öğrenmiştim...5 yaşında falanım bu arada...
aslında ben :Hayatı hep mücadele ile geçmiş, kendinden çok etrafındakileri düşünmüş, tuttuğunu koparan, kitabında imkansız diye bir şey yazmayan, yürekli, çılgın, aşka aşık, aklına eseni yapan, olmayacak şeyleri olduran, gezmeyi, yemeyi, içmeyi, alışverişi seven, her türlü ilginçliğe bayılan, sinirlenince gözü hiç bir şeyi görmeyen, pratik çözümler üretebilen,mutfakta değişik şeyleri denemeyi seven, hesap kitap işinden anlayan, başın sıkıştığında ilk olarak koşabileceğin, iyi bir dost, arkadaş ve yüreği bitmek tükenmek bilmeyen sevgi dolu
ilk kopyam: inanın hatırlamıyorum, çektin mi derseniz .heheee çekmem mi delisiniz...
en saçma huyum: off çok zor bir soru geçelim mi
bence cep telefonu: işim
aşk bence : herşey, yaşamın anlamı, olmazsa olmazım...birçok aşk var yüreğimde...Allah, motor, gitar, edebiyat vs.
sevdiğim bloglar: yeni yeni keşfediyorum daha sonra söyleyeyim...
ben kimi sobelesem ki? bulhazı sobeledim...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)