20 Ocak 2008 Pazar

İstanbul'da Ben... Ve...



Dalmışım…

Akşam güneşi gözlerimden, şarap sarhoşu ruhumun mahzenlerine kadar inmiş yine de benim dalıp giden ruhumu uyandıramamıştı. Birden "hadi kendine gel" diyen deniz otobüsünün düdüğü ile irkildim. Nasıl da dalmışım o güzelim boğazın sularına. Aşık olduğum kent nasıl da heybeti ile karsımda duruyordu. Ağlamaklıyım, boğazımda dizilen sensizliği hatırımdan çıkarmaya çalışıyorum. Yutkunamıyorum. Şayet yutkunursam gözyaşlarımı tutamayacağım diye korkuyorum.

Sabahın o maviden kızıla çalan eşsiz, ilk saatleri…

Oysa ki nasıl da güzel başlamıştım güne, heyecandan elim ayağıma dolanmıştı bavulumu hazırlarken. Aksilikler evden çıkmadan bir bir dizildiler yakama. Kaçırılan otobüsler, uçağın tehiri, İstanbul’a indikten sonra trafiğin kilitlenmesi ve toplantıya geç kalışım sıradaki zorluklarımdı. Tam sakinleştim dediğim anda gelen bir haber beni alt üst etmeye yetti de artı bile. Koruyucu bir kalkana ihtiyacım olduğunu düşünmeye başladım. Bildiğim tüm duaları okudum yığıldığım koltukta. Toplantı nasıl geçti, nasıl sonlandı hatırlamıyorum bile. Binadan çıkışım bile olaylı oldu. İlk gelen araca atladım nereye gittiğini bile bilmeden…

Derken kendimle baş başa kalmışım…

Birden yalnızlığımı fark ettim o koca kalabalığın içinde. Hiç kimseyi tanımadığımı ve gidecek yerim olmadığını düşündüm. Dikkat ettim de ertelenmiş mutlulukların yaşanmaya çalışıldığı ve hayatından memnuniyetsiz insanların telaş içinde koşuşturmalarına sahne olan bir şehirdi İstanbul. Aşık olduğum bu şehir. Bir dostum;” her şehir eğer bekleyen ya da beklenen bir sevgili varsa aşık olunacak şehirdir” demişti. Ne kadar doğru, ne kadar haklıymış.

Bilmediğim bir yöne sürükleniyorum…

Birden kendimi Beşiktaş iskelesinde buldum, bir ses beni çağırıyordu. Hani o deliler gibi görmek için çıldırdığım, yosun kokuları ve oynaşan dalgaları ile boğazın serin gibi görünen ışıltılı suları bana sesleniyordu. Kaybolan ümitlerim yeniden doldu yüreğime. Yürümeye başladım iskeleye doğru. Nereye gittiğini bile sonradan öğreneceğim deniz otobüsüne binmek için önce jeton aldım sonra tam kalkacakken atladım güvertesine.

An be an yaklaşıyorum…

İşte olmuştu binmiştim, yan güverteye geçtim, hem nemden hem de her gün defalarca tutulmaktan cilası gitmiş korkuluklara dayandım ve saçlarımı savurdum rüzgara doğru. Güneşin artık el sallayarak veda etmeye başladığı ve ışıklarını saçlarımın tellerine iliştirdiği anda yüreğimi buruk bir kalp ağrısı ezmeye çalıştı. Gözlerimin, bu şehrin en güzel yeri olması ve gün batımında kendini ispat edercesine derin bakmasına engel olamıyordum. Süzülen yaşların birinin adını hüzün diğerininkini de sevda koymuştum. Dalgalar çığlık atıyordu martılar başımda dört dönüyordu sevinçten. Bana ne de yakışıyordu deniz, martılar, gün batımı… Yüreğimin coşkusu yüzüme yansımış ve gülücükler dağıtıyordum artık.

Yolculuğumun sona erme zamanıydı…

Göz açıp kapayıncaya kadar Üsküdar’a geçmiştik. Akıp giden insan seline kapılıp iskele müdürlüğünde buldum kendimi. Yasak olduğunu bile bile denize daha da yakın olmak için tel örgülerin arasından sıyrıldım hayalet gibi. Nefis kokusunu biraz daha içime çektim gözlerimi kapayarak. Dışarıdaki kalabalığın gürültüsünü duymuyordum bile. Sonra gözlerimi araladım baktım etrafıma, ıslık çalarak taş betonu yalayan dalgaların bana ulaşmaya çalışırkenki heyecanını görmezden gelemedim, az daha yaklaştım. Elektrik direğinin üzerinde martılar takıldı gözüme. Biri kanatlanıp uçarken diğeri gelip kuruluyordu direğin tepesindeki yuvalarına. Bu böylece devam etti durdu. Martıların seninle beni canlandırdığını hayal ettim. Bir yuvamız var ve ikimizden biri mutlaka sahip çıkıyor. Çığlıkları bizim şarkımızı kulaklarıma fısıldıyordu.

"Sevemez kimse seni benim sevdiğim kadar
Sevgilim sen olmasan yaşamak neye yarar"

Güneşin göz kırparak en güzel rengini gösterdiği son dakikalar…

Usulca yedi tepeli şehrin bir tepesinin ardına gizlenmeye çalışan güneşin ılık kolları, martıların artık sessizleşen çığlıkları, dalgaların neşeli kahkahalarını bastıran deniz taşıtlarının çıkardığı çeşitli gürültüler dalıp gitmeme sebep olmuştu. Çalan düdükten sonra ancak kendimi toplamaya çalışarak rıhtımdan çıktım o hengameli kalabalığa doğru. Bakındım sağa sola tanıdık bir yüz ararcasına. Tanıdık gelen sadece havanın rengini değiştirdiği bu saatte evlerine gitmeye çalışan yorgun insanların son güçleri ile yürümeye çalışmaları idi.

Ben ise yine yalnızdım… Sen vardın bir yerlerde ama bana uzak, bana çok uzak… Çokkk…

Yüreğimin aktığı o an…

Birden çalan telefonum ve kaskatı kalan ben, karşımdaki; "İstanbul’dayım" diyen sen. Bana geleceğini, benim olacağını söyleyen sen. Yüreğimin çırpınışları o an da martıların kanat sesini bastırdı. Gözlerimden fırlayan çakmak çakmak bakışlar ve süzülen yaşın adı da sen. Titreyen ellerimle çok zor tutmayı başardığım telefonda sadece diyebildiğim; "evet evet gel… Üsküdar’dayım gel....... gel sevgilim gel…"


Z/S

3 yorum:

Berrin dedi ki...

ne guzel anlatmıssın..senınle ılk ve son ıstanbul maceram egeldı aklıma :) kalemıne saglık..bende su kızkulesını bır yakından gorsem dıyorum..

400 Darbe dedi ki...

gülünce göz bebeklerine kadar kızaran ve ölüsüyle seviştiğim şehrin tek kulesi o resim .. bir gün tahta bir bankta kuleye karşı hera ve leandros u düşünerek sigara içmek keyfini yeniden yaşamak lazım ..

Aylin Ünlü dedi ki...

Off off özlemişim farkına vardım...